Pazartesi, Mayıs 25, 2009

cicibebe

İyi haber mi kötü haber mi emin olamadım...

Radyo ODTÜ Sahne Arkası günlerinde tanıştığımız, çok sevdiğimiz, güzel müzik yapan, kafası bizim gibi (yani en azından bir miktar :D) iyi insanların grubu: cicibebe.

Uzun süredir albüm çalışmaları yapıyoruz, devam ediyor, kayıtlar şahane gitti, az kaldı demişlerdi. Sonunda bitmiş gibi kayıtlar, hatta ilk klibi de izleyebilirsiniz sayfadan ama küsmüşler de biraz haklı olarak... Bile bile böyle bir yola koyuldukları için, sağolsunlar hiç olmazsa şarkıları sunacaklar bize... Buyrun ana sayfalarına, klibi izleyin, sonra takip edip ilerde şarkılarını da indirin efendim.

www.cicibebe.org

Cuma, Mayıs 22, 2009

Yeni Rakı - Yeni Seri

Ordinaryus sertifikamı da aldım efendim :) Bir boş olsak da evde, rakıları yuvarlasak...

yeniseri.com

Ghostbusters 3!!

Çocukluğumun en güzel anılarından biridir Hayalet Avcıları filmleri. İsmin haklarının 5'te 1'ine sahip olan Bill Murray ilk başta biraz mırın kırın etmiş, hatta Dan Aykroyd'un senaryosunun 3. sürümünü okumayı reddetmiş ama sonunda o da ikna olmuş. Esas güzel haberse, orjinal kadronun tamamının filmde oynamayı kabul etmiş olması!

Bakalım Ivan Reitman ya da Harold Ramis yönetmeyi kabul edecek mi ve çekimlerinin kışa başlaması planlanan film, eskisi gibi tat verecek mi...

Perşembe, Mayıs 21, 2009

Become A Fan: Prague!

Facebook'un anlamsız fan sayfaları, kendini bu pislikten uzak tutmuş bir takım ayrıcalıklı (ve aynı zamanda belki de uzak kalarak farklı olduğunu düşünüp, öylece bir yükseklik ayrıcalıklılığı taslayanlar mı acaba) kişiler hariç malum hepimizin hayatında. Birçok "şey"in fan'ı oldum ben şahsen bugüne kadar, neyin olduğumu hatırlamayacak kadar. Ancak galiba az önce, böyle o kadar içten hissederek tıkladım ki o become a fan düğmesine...

You're a fan: Prague.

Sanki memleketimmiş gibi, oraya gidenler sevmeyince onlara suç buluyorum, çok da hoşlaşmadığım birilerinin tanıdığım sokaklarda resimlerini görünce içim acıyor, kıskançlıktan çatlıyorum resmen.

Hiç yaşadığınız şehirleri kişiliklere büründürmeye çalışır mısınız bilmem. Hani Ankara bir insan olsa, karşınıza alsanız mal mal bakar, ne söyleseniz haaaa aaaa daaa der ya; İstanbul, 10 kişilikli bir akıl hastası, gösteriş meraklısı ukala bir imajın altında ezilmiş can çekişen ve ona acı çektirenleri umursamayan yaşlı mı yaşlı aksi bir anneannedir ya sanki... Prag, en yakın arkadaşım gibi gelir bana. Çok mu yaşadın sanki len diyebilirsiniz. Ama, hani arada sırada karşılaşırsınız ya öyle insanlarla, 1 saat yeter, sanki yıllardır tanımış gibi hissedersiniz kendinizi. Yeni gizemlerini keşfetseniz de hergün, kendinizi sınırsız teslim edebilir, anlatabilirsiniz her şeyinizi... Öyle gelir Prag bana, bütün sevdiklerimle paylaşmak ister ama onun gözündeki özel yerimi kaybetmekten korkarım.

Nerden şimdi gece gece... Pis Coleman, hala orada ve bütün ailesiyle, kız arkadaşıyla keyfini çıkardığı için, biraz canım sıkıldı galiba :) hihi

Salı, Mayıs 19, 2009

8mm ve Straight 8

8mm kameramla ilk çekimleri tamamladım. Bir önceki hafta sonu, kamera asistanlığı yaptığım kısa filmde, Vision 3 500T'lerin 8mm filmlerini kullandık kamera arkası tiplemeli bir şey için. 2 rulo ve önceden aldığım reversal siyah-beyaz'ı da Amerika'ya gönderdik bir gidenle.

Film çok yeni, kamera çok eski olduğu için, kameranın pozometresi işe yaramadı. Her dakika da Emre'nin pozometresine el uzatamadığımdan, esas çekimler için kullandığımız kameranın ölçümünü kendime uyarlamaya çalıştım. Söylenene göre telecine'de 4stop'a kadar kaldırırmış Vision 3, bakalım ben neler yaptım, beni kaldırabilecek mi :)) Heyecanla sonuçları bekliyoruz...

Bu arada, 8mm'yle ilgili her gün yeni şeyler keşfediyorum. Sadece 8mm'ye ayrılmış festivaller, buluşmalar olduğunu biliyordum ancak bahsedeceğim çok tatlı projeden habersizdim. Buyrun efendim, straight8. Size verilen 1 rulo 8mm filmle, baştan sona bir film oluşturmaca yarışması. Çektiğiniz filmi, direk adamlara geri gönderiyorsunuz, onlar yıkayıp telecine yapıyor ve siz de filminizi ilk defa bütün dünyayla birlikte görüyorsunuz. Tekrar çekme, kurgulama fırsatı olmadığı için de, amatörlüğün ve aynı zamanda iyi planlama ve yeteneğin de üst sınırını zorluyor proje.

Sayfada, seçilen birkaç filmi izleyebilirsiniz. Alışkanlıkların dışında, deneysele de ucundan uzanan kısa filmler ortaya çıkmış yöntem farklı olunca. Enteresan bir tat efendim, tavsiye ederim. Seneye ben de girerim bu arada :D Kazananlar Cannes'da gösteriliyormuş!!! nooohaha :)

Pazar, Mayıs 17, 2009

Coraline

http://coraline.com/

Öncelikle bu sayfaya girmeli ve flash sayfaların başında görmeye alıştığımız yükleniyor uyarılarının en kendine güvenli ve azıcık da ukala olanını görmelisiniz!

Nightmare Before Christmas insanı Henry Selick'in yeni filmi, bol övgülü - hiç ödülsüz Coraline sonunda gösterime girdi. İstanbul'a geldiğimden beri, 11 Şubat'tan bu yana yani, galiba 4. kez sinemaya gittim (evet ironi diye buna denir :D). Çocuklarla dolu bir salonda, burnunuzu ağrıtan ağır bir 3 boyutlu gözlükle ve Türkçe dublajlı izlemek zorunda olmanıza rağmen, kesinlikle ayırdığınız zamana değecek, psikopat/tatlı, ürpertici /çekici, derin/sade ne bileyim işte uyuşmayan yönleriyle bir bütün, hoş bir animasyon bu film. Ve özetle, Pan'ın Labirenti ne kadar çocuk filmiyse, bu da o kadar çocuk filmi aslında...

3 yılda tamamlanan ve yeni kurulan LEIKA isimli şirketin ilk uzun filmi olan Coraline, muhtemelen son filmleri olmaz ve ilerlediğini zanneden, altı boşalan sinema dünyasına, klasik anlatıyla da olsa, ağızda hala tatlı bir hatıra bırakan sinema filmleri yapılabileceğini göstermeye devam edebilirler bu yetenek bombası insanlar...

Cuma, Mayıs 15, 2009

Perşembe, Nisan 30, 2009

Negatife Karşı Dijital

İstanbul'da setlerde geçen günlerimin en çok yapılan tartışmalarından biri tabii ki bu. Negatifçiler kendilerine çok güvenli, dijitalciler 10 yıl sonra dijital bilmeyenin sektörde yaşayamayacağını söylüyor vs. Ama en güzelini taraflardan biri olan Kodak söylüyor. Hastasıyım :D

"Why try to emulate film when you can have the real thing?"

kıh kıh

Salı, Nisan 21, 2009

Saraylarda Yaşamaca :)

Ülker'den rezil bir reklam kampanyası! :)

Anne seni saraylarda yaşatacağım diyen, annesini çok seven çocuklara yönelik. Tipik, anneni ne kadar sevdiğini şunu bunu yaparak göster, en iyi gösteren kazanacak kampanyalarından.

Bir de internet sayfası kurmuşlar, son yılların en uzun internet adresi sanırım :) Reklamlarda dinlediğim anda firefox'a yazarken unutuyordum az kalsın :D

www.senisaraylardayasatacagim.com kıh kıh kıh

Daha uzun isim bulana açığız hocam, Muzo'dan güzel bir adres bekliyorum :D

Çarşamba, Nisan 15, 2009

2009 Blog Ödülleri

Radyodan kardeş programımız Alt Sokak, blog sayfasıyla 2009 Blog Ödülleri'nde Efes Pilsen Kültür-Sanat kategorisinin adayları arasına girdi.

http://2009.blogodulleri.com/anasayfa

Bu sayfadan önce kayıt olup sonra mail adresinize gelen linkten onay kodunu girip, sonra da yine aynı sayfadan kategoriler bölümüne ya da direk Alt Sokak bloguna girerek oy kullanabilirsiniz.

Ayrıca yine aynı oylamada, kişisel blog kategorisinde de Muzocan'ı oylarınızla destekleyebilirsiniz.

A.I.C. geri döndü demiş miydim?

"So clear a slot in your CD shelf and schedule maternity leave from work in September, because the long drought will be over soon..."

Metrobüs Ancak Türkiye'de Böyle Olur

Metrobüs denen, tek hat üzerinde ve tek şeritte debelenen o manyak alet var ya, fantastik bir olaya denk geldim o alet sayesinde geçen gün.

Karşıdan eve doğru gelen Metrobüs, sınırları kalkıp köprüye girince bir gazlandı. Kısacık köprü mesafesi boyunca, önümüzde giden diğer bir Metrobüs'ü solladı!!!!

Öyle şaşırmamış gibi yapmayın. Bildiğin tramvay önündeki tramvayı solladı gibi bir haber bu. Gerçek ve tamamen bize has.

Pazartesi, Nisan 13, 2009

Life On Mars!

Birçok yönüyle farklı bir gezegende yaşar gibiyi(z)m İstanbul'da. Hani, aldırmayıp, göz yumup burası böyle bir şehir işte, şurası burası güzel, şöyle yaşaması tatlı ama şu şusu da epey zorlu denebilecek. Ama değil... Life On Mars dizisinin Amerikan versiyonundan bir alıntı yakışır tam da şimdi:

"The men and women of New York are a special breed, capable of surviving the urban jungle, but at what price. We've grown accustumed to live in violence, squalor and most of all the acts of depravity both large and small that robs us all of our humanity."

Metropolis

Türk rock camiasının bence en sıkı albümleri arasına girmiş olması gerekmiş albümlerinden biriydi "Makine". Ama olmamış, yine yazık olmuştu bir grup yetenekli müzisyene. Hikayelerini bilmem, aradım da bulamadım o yüzden neden dağıldılar konusuna girmeyelim ama, geri döneceklerini yakın arkadaşlarından bir süredir duymuştum. Gel gör ki, aradan aylar geçmesine rağmen hala bir sesleri çıkmamıştı.

Bugün bir de baktım, yeni şarkılar var myspace'te, hatta epeydir orada muhtemelen ki 1000 küsur kere de dinlenmiş. Vah vah dedim. Bu çağda, hala istediğim bilgiye adam gibi ulaşamıyorum...

Neyse, esas demek istediğim, "Gel Gör Beni"lerinin "Makine"lerinin hastası olduğum Metropolis, yeni solistleriyle, yeni 2 şarkı yayınlamış myspace sayfalarında bir süre önce. Siz de ıskaladıysanız beni, buyrun daha fazla gecikmeyin...

http://www.myspace.com/metropolismetropolis

Pazartesi, Nisan 06, 2009

Metrobüs beni nasıl yuttu...

İstanbul'u bilmeyen bir insan için bir Metrobüs yolculuğu nasıl kabus olur, bunu da yaşamış oldum bugün. Zeytinburnu'ndan, hangi yöne (Aksaray mı Zincirlikuyu mu) gittiği belli olmayan otobüslerden birine binip, neyseki tavanında duraklar yazdığı için 2 durak içinde yanlış yöne gittiğimi anladım. Ama, durakların isimlerini (duraklarda) öyle abuziddin yerlere yazmışki Topbaş, otobüsün içinden bazı duraklarda görünüyor, bazılarında görünmüyor.

Bir de doğru yöne giden otobüse geçince bir baktım ki onda duraklar da yazmıyor. Ben nerden bileyim, sonraki durak ne, bu otobüs nereye gider.

Toplu taşımacılığın, hele hele metro zihniyetli sağa sola sapılmayan tek hatlı sistemlerin ana kuralı değil midir, gelen metronun/metrobüsün üzerinde, gideceği son durak yazar. Yani Avcılar ya da Zincirlikuyu. Ama bize gelen ve Avcılar'a giden metrobüsün üzerinde Avcılar-Zincirlikuyu yazıyor. Sanki Zincirlikuyu'ya gidiyormuş gibi bir de!

Bir de yani, elalem sıradan şehir içinde dolaşan otobüslerde, bir sonraki durağın ismini otobüs içinde elektronik tabelada gösterirken, bizim metrobüsün gösterememesi de kazmalığımızın, baştan sağmalığımızın, buldun da *** istiyorsunculuğumuzun en güzel örneği değil midir...

Bu kadar dellenmemin bir başka nedeni de ipod'umun şarjının bitmiş olması ve yanımda okuyacak hiçbir şeyimin olmayışı da önemli bir etkendir. Bir de tabii koca İstanbul'da kendini cücük gibi hissetme halimin devamlı bana hatırlatılışı. O konuya daha müsait bir zamanımda gireceğim efendim, şimdilik deneyimlerimi biriktiriyorum.

Beykoz Devlet Hastanesi

İnsanların İstanbul'da yaşayabilmesini sağlayan tek şey şu şahane deniz bence. Ayrıntısına ve İstanbul'da yaşama konusuna çok yakın bir zamanda zaten detaylıca bir girmek istiyorum ama, işte bu hoyrat şehrin, Beykoz'da Paşabahçe'ye gelmeden konumlandırılmışş bir devlet hastanesi... Burası, hastanenin girişi. Üst katlardaki hasta odalarını siz düşünün... Hey be!

Çarşamba, Nisan 01, 2009

Benim Cam Kırıklarım var...

Dün gece 1:30 civarı eve dönerken haftalardır evin önünde duran arabama bir baktım, sol arka camını kırmışlar (kelebek miydi ne o kucuk olani değil). Eski bujilerin arkasıyla vuruyorlarmış, böyle cam tuz gibi oluyor ama tam da kırılmıyor (Kinyas bilir). O kalın camı, böyle çarşafmışçasına alabiliyorlar.

Guzelce bagajimi karistirmislar. Cam silme bezlerimden birini yere dusurmusler, bir de 2 yil once gobegim icin cektirdigim ultrason'un sonuclarini gorup almamayi tercih etmisler.

155'le gorusup ekip istedim olay yerine. 45 dakika sonra tekrar aradim, aa gelmediler mi diyerek Goztepe karakolunun telefonunu verdiler. Aradim ki, e siz gelsenize diye sevgiyle karsiladilar beni. Sagolsun bir memur abla, cik cik yazik filan diyerek tutanak tuttu. (O sirada evinden kacmis bir kiz da kayip ihbarina istinaden, ben kayip degilim, evden kactim ifadesi veriyordu, onu bir ara ayrica anlatirim). Sonra da kucuk arabacigimi Caddebostan Otopark'ina (8 saati 10 milyon!!!! yuh) cekerekten gece saat 4'te yatagima ulasabildim.

Sonucta olan benim geceme, uykuma ve kaskoma oldu ama saglik olsun. Hic bilmedigim daracik Goztepe sokaklarinda dolastim, polis beklerken sokaktan gecip kirik cami goren birkac amcayla sohbet ettim, birlikte kufurler savurduk, koymadigimiz **** kalmadi :)

Sevgili Istanbul 1 ay bile sabredemedi.

Çarşamba, Mart 25, 2009

"Dahi" anlamındaki Ceza ayrı yazılır

...müzik marketlerden, televizyon kanallarından, festivallerden çıkarsanız da, hayatın, müzik dünyasının anlamı hiiiç mi hiç değişmez...

Pazartesi, Mart 23, 2009

Çarşamba, Mart 18, 2009

Disneyland!

Normalde akıl sağlığımı koruyabilmek için, politika tabanlı birçok tartışmadan uzak durmaya, daha doğrusu televizyonlarda vs. çok fazla izlememeye çalışıyorum. Apolitizelikle, duyarsızlıkla vs. alakalı değil durum. Olabilir de yani ama, o kadar umudumu kaybetmişim ki parlak bir "gelecek"ten. Sadece sinirlenip, sonra da hiçbir şey yapamamaktan, sade vatandaş olarak elimizdeki tek güç seçimlerin de güvenilirliği azaltılarak elimizden alınmasıyla, bitmişiz yani resmen. Teslimiyetin son noktası olduğunun farkındayım ama, olmuyor işte. Bir adam çıkıp da farklı bir şey söyleyip ya da bir şekilde başkalarını da inandırıp ...

Bugün NTV'de Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adaylarından 3 iddialı olanın konuşmalarını izledik Davutla. Böyle, Karayalçın ve Yavaş'ın konuşmaları sırasında, o şeffaflık, kültürel merkezler/planlar vs. dinlerken, bir nefeslik bir süre için, gözümü açıp kapayana kadar, Kızılay'ı arabasız, merkezleri yayaya açık, metroları akıllıca işletilen, bütçeleri halka açık, gülümseyen insanlarla dolu bir şehir canlandı gözümde. Böyle Amerikan filmlerindeki gibi "over-exposed" bir fotoğraf. Sonrasında da, hiçbir şekilde gerçekleşemeyeceğinin bilinciyle muhteşem bir hayalkırıklığı.

Ne yapabilirim ki?

Kafası olan, o adama oy vermez ama... Kimi bir geceliğe, kimi birkaç kilo kömüre, kimi de Disneyland'a gitme umuduna herhalde...

itunes'a alternatif program

Oh çok şükürler olsun! :) Biraz uzun sürdü tarihin en salak programının yerine kullanabileceğim başka bir şey bulmak ama sonunda oldu. Birkaç haftadır, buraya yazmadan önce test etme amaçlı kullanıyordum. Şu ana kadar hiçbir sıkıntısını görmedim ve artık rahatlıkla tavsiye edebilirim.

floola

İndirmek ve ayrıntıları okuyup kendiniz karar vermek için buyrun.

Ipod'unuza şarkı atıp, Ipod'dan hard-disk'e şarkı kaydedebilen ne azı ne fazlası olan eli yüzü düzgün zahmetsiz bir program. Podcast, fotoğraf, last.fm güncelleme, album kapakları vs. vs. gibi ipod'a ait nerdeyse bütün özellikleri de destekliyor (Ben çoğunu kullanmasam da).

Tabii ki asla kullanamadığımız alış-veriş özelliği yok ve bilin bakalım başka ne yok! "Determining Gapless Playback Information!" olalalala Ayrıca, itunes helper, ipod zakzuk, idevice central cak cuk vb. apple'a ait ama hiçbir işe yaramayan, arka planda çalışarak bilgisayarın hafızasından yiyen programlar da.

Bir hata aldığımız ve neyseki -en azından benimki- şimdilik sorunsuz çalışan (ve beni de şaşırtan) ipod'umu artık özgürce kullanabiliyorum! :))) Yüzümü kara çıkarmaz inşallah program, bakalım testlere devam...

Pazar, Mart 15, 2009

Bilgisayarı karıştırırken...

Ankara'daki bilgisayarımda artık çok az vakit geçirir hale geldiğim için, her karıştırmamda enteresan şeyler keşfediyorum, tatlı anılar canlandırıyorum (Bu aralar yine Proust okuyorum, ondan da olabilir :D).

Mesela Çek Cumhuriyeti'nde, Pisek denen bir şehirde 3 koca ay geçirmiştim, o aklıma geldi yine. Ne garipti, ne zorluydu kimi zaman ve bu fotoğrafların olduğu günde mesela ne kadar eğlenceli ve benzersizdi...

Sonra mesela bu fotoğrafı görünce işte yönetmen olarak imajımı bulmuşum ne güzel dedim :D


Bir de "Escape"in provalarından sonra yediğimiz yemekte gelen hesap varmış! Bu bir tesadüf olamaz değil mi :D


Aaay ay. Mutsuz değilim şu anki hengamemden ve işsiz oturuşlarımdan ama, Pisek'te olmak da fena olmazdı hani...

Perşembe, Mart 12, 2009

Alice In Chains dönüyor!

Çocukluğumda metal yolculuğum kuzen Tuna sayesinde başlamıştı. Çok iyi hatırlarım, diğer kuzenler ya da abiler nasıl olur bu konuda bilmem ama, bizim kuzen al bu eski kasetleri dinle demezdi. Yurtdışından gelirken (Burası bambaşka bir hikaye, geçiyorum) getirdiği 100lük 200lük cd kaplarını açardı masanın üzerine, renkli renkli orjinal cdler ve kitapçıkları arasından, bir dj edasıyla aklına gelen birini seçer, müzik setine takar ve dikkatle dinlemem gereken bölümlerini dinletirdi bana bangır bangır.

İlk To Bid You Farewell'imi de böyle dinledim, ilk Empty Words'ümü de ya da şu anda ne adını ne nasıl olduğunu hatırlayabildiğim Kreator, Kyuss vb. grupların şarkılarını. Bazen, sadece küçük bir gitar pasajıydı kuzenimin ilgisini çeken, bazen -To Bid You'daki gibi- baştan sona, hatta defalarca, bütün şarkı.

Kimi zaman sıkılırdım bu eğitim saatlerinden, çünkü öncelikle o cd kılıfları içindeki cd'ler asla bitmeyecek ve içerdeki odaya geçip bilgisayarda uçaklar uçuramadan akşam olup yemek saati gelecek diye korkardım. Sonra, onca cd içinden kuzenimin aklına devamlı bir şey geldiği için, şarkıların büyük bölümünü ileri sarma opsiyonuyla dinlerdik, koca bir cd'den toplamda sadece 1 dakika anladığım olmuştur mesela. Ayrıca, bunca bilgi ve müzik yüklemesi bazen de çok gelirdi küçük beynime. Daha bir çocuk sayılırdım ve şimdi olsa iştahla hepsini içime çekeceğim koca bir arşivi birkaç saat içinde hazmetmeye çalışıyorduk. Ne olursa olsun, geleceğim ve müzik bakışım için mükemmel bir şey yaptığımızın farkındaydım, ona şüphe yok ve hayran hayran izlerdim kuzenimi, bunca ismi nasıl aklında tutuyor, bütün gitaristlerin davulcuların hikayelerini nasıl oluyor da biliyor diye. Ben de ilk olarak gidip Maiden'ın ve Queen'in grup üyelerinin adlarını ezberlemiştim sonra...

Aradan yıllar geçti tabii sonra, biz kuzenimle senede 1 hatta 2 senede bir görüştüğümüz için, onun zaten aşmış müzik bilgisi görece çok fazla ilerlemezken, minik benim ufak kafam, her sene bir öncekine oranla 2 kat daha çok bilgi alıyor, hevesle ne bulsam saldırıyor, kuzenim gelip bir şey dinlettiğinde ben onu zaten biliyorum diyebileceğim günlerin hayalini kuruyordum. Pek öyle olmuyordu ama yine de ilerleme kaydettiğim kesindi.

Orta okulda, belki de lisede metal dinleyenler bilirler, belki de herkeste aynı olmuyordur bu süreç ama, ben sert bir şey dinledikçe daha fazlasını arıyor, Bruce'un solo albümlerinden, Overkill'e, Megadeth'e (asla Metallica'ya değil! :D), ordan Slayer'a Death'e gittikçe sınırlarımı zorluyordum. İşte öyle sertlik iştahıyla dolduğum yılların birinde, bir yaz kuzenin evinde buluştuk yine. Ben ona ağzım sulanarak öğrendiklerimi anlatıyor, cd kılıflarındaki adını duymadığım ama aşırı oldukları belli grupların albümlerine ne zaman sıra gelecek diye bekliyordum. Oysa kuzen - benim de sonradan farklı bir şekilde yaşayacağım - müzikte olgunlaşma evresi denebilecek bir dönemece girmişti. Önce iştahımı biraz Death'le doyurmuş, sonra da bak bu adamlara, sert değiller o kadar ama, acı, duygu, umutsuzluk aynı çoğu zaman demişti.

İlk dinlediğim Alice In Chains şarkısını hatırlamıyorum, ama sanırım Them Bones ya da Rooster olabilir (Kuzenim bayılırdı Rooster'a). Sonra bir tutkudur başladı bende de. Soundgarden'a da ordan geçtim, diğer birçok 90'lar grubuna da. Ama AIC'nin yeri hep ayrı kaldı. O andan sonra çıkacak bütün albümlere saldırdım ama, bir gün acı haber geldi. Layne Staley Cobain'le aynı ayın aynı günü, farklı bir yılda evinde ölü bulunmuştu. Yaşadığım ilk ünlü-ölümü-sarsıntısı bu değildi ama en çok üzüldüklerimden biri olduğu kesin. Ardından yıllarca Cantrell'in solo albümlerinde o AIC tadını bulmaya, MTV Unplugged'daki hüzne bir karşılık bulmaya çalıştım. Devamlı sayfalarını ziyaret edip, yeni bir haber var mı diye meraktan çatladım...

ve sonunda, birkaç konser sonrasında, AIC, yeni albümünü kaydetmeye başladı. Aslında niye bu kadar çok bekledim bu konuda yazmayı bilmiyorum, 2008'in sonunda başladılar çünkü kayıtlara, belki bitirmeyeceklerinden, vazgeçeceklerinden korktum. Ama sonunda, bu Avustralya konserinin küçük videosunu görünce ve dinleyince içim rahata erdi. Evet, artık kesin bu: Alice In Chains geri dönüyor. Orjinal kadro, William Duvall'la ses bularak... Kutlayabiliriz!

AIC Australia Recap

Çarşamba, Mart 11, 2009

Sömürü

"Sinema ve televizyon, ..., insanın görme organlarının yetersizliğini sömürmektedir."
Sokolov

"and the ball was square..."

Mükemmel bir slogan. 60'larin sonundan bu yana dünyayı çeşitli boyutlarda meşgul eden pong oyunu için tabii ki.

http://www.pongmuseum.com/ sayfasını ziyaret ederseniz, 40. yılını kutlayan oyunun tarihinde ilginç bir yolculuğa çıkabilirsiniz. Muhtemelen biriyle olmasa bile bilgisayara karşı bu oyunu oynamayan yoktur herhalde...

Özellikle ana sayfadaki, 1969 yılından gelme video izlenmeli!

Salı, Mart 10, 2009

Kurgu

Yaa ne kadar az şey biliyormuşum kurguyla ilgili. Uyduruk 6 dakikalık filmimin başına bir oturdum, ne yapmam gerektiğine dair hiçbir fikrim yok. Bugüne kadar gördüklerim, duyduklarım, izleyerek bilinçaltıma işlenmiştir dediğim her şey hiçbir şeymiş meğer.

Hemen sarıldım en yakınımdaki kitaba, Pudovkin, Kuleşov, Sokurov ve ov'la biten bir sürü isim daha bir arada. Bu da fazla teorik oldu galiba ama, bakalım sonuç bir şeye benzeyecek mi...

Pazartesi, Mart 09, 2009

Satılık EMG-85 Aktif Manyetik (2. el)

Daha önce de söylemiştim sanırsam. İki EMG-85 manyetiğimi de satıyordum, biri gitti geriye ikincisi kaldı. Alışveriş ve ayrıntılı bilgi için sahibinden.com satış sayfasını ziyaret edebilirsiniz:

http://www.sahibinden.com/emg_85_aktif_gitar_manyetik_2_el_-78WQQaXQQ12947581WQQpXQQdisplayitem

Montaj için bütün gerekli malzemelerle birlikte postalanıyor ürün, ilginizi çekerse, tanıdığınız birileri sever derseniz kaçırmayın. Fiyatı: 100 TL, vallahi yeni almaya kalksanız 120 dolar'dan başlar :D

Pazar, Mart 08, 2009

Braun Macro MZ 864


Tadaaa!!!

Yeni ve ilk 8mm kamerama kavuştum: Braun Macro MZ 864. Kamera yeni değil tabii ki de :) 1974 yılından kalma, sahibinden.com sayesinde oldukça uygun bir fiyata edindim bu kamerayi ve kucuk bir el isigini ve bir 8mm oynatici projeksiyon aletini.

Pilleri takıldığında en azından motor bölümü düzgün çalışıyor görünüyor ancak sonuçta filmlerin pozlanışı nasıl çıkacak bekleyip göreceğiz. Türkiye'de 8mm, filmler, banyo ve telesine işlemleriyle ilgili yakında daha çok yazacağım ancak şimdilik bu kameraya sahip olan başka birisi daha olacaksı yardımcı olmak adına, teknik özelliklere geçelim.

silent super 8 cartridge

lens: Braun Macro Super Stellar Zoom f: 1.7 \ F: 8-64 mm

focusing: manual, microprism

macro focusing: yes

zooming: auto with 2 speeds and manual

filter size: 62 mm

viewfinder: single-lens reflex with adjustable eyepiece

exposure: auto and manual exposure control; TTL EE, CdS photocell

exposure compensation: +/- 2 f/stops

backlight control: + 1 f/stop

aperture scale: f/1.7 to f/22

CCA filter: built-in 85A filter, with filter switch

filming speed: 18, 24 fps, slow motion (40 fps), single frame

shutter opening angle: 180 degrees

fading: auto fade-in/fade-out

sound: double-system, recording with synchronized tape-recorder

remote control socket: yes

2 cable release sockets: single frame and continuous running

movie light socket: screw type

synchronized flash socket: yes

handle: fixed pistol grip, chamber for penlite batteries

battery checker: yes

power source: 4 x AA bateries \ 2 x PX625 button cells for light meter

external power jack: 6 V DC

weight: 850 g

dimensions: 60 x 195 x 235 mm

tripod socket: 1/4"

made in Japan by Cosina

-----------------
Bu bilgi http://www.super8data.com/ sayfasından alınmıştır...

Cuma, Mart 06, 2009

Terminator Salvation Trailer!

Hihi

5 Haziran'da gösterime girecekmiş yeni Terminatör filmi. Bu fragman pek havalı olmuş. Adamların özel efektlerle, bilgisayarlarla yapabildiklerinin sınırları genişlemeye devam ettikçe, ortaya çıkan işler de bizi havalara uçurmaya devam edecek gibi. Küçücük bilgisayar monitörümden izlerken bile, devasa bir gökdelene bakarkenki heyecanı hissettim içimde :) Ha, efektleri koyarken, efendim konuyu önemsemiyorlar bölümüne hiç girmiyorum, Hollywood zaten ne beklersiniz :p Buyrun siz de izleyin...

Cumartesi, Şubat 28, 2009

Where Did I Lose Your Love?

Bir Journey şarkısı. 2008 tarihli Revelation albümünün de bilmem kaçıncı single'ı. Radyoda dinlerken böyle bir içim şey olmuştu, bu şarkı için bir şeyler söylemek isterim ulan diye düşünmüştüm ki, Hisseli İstek'te Alicim haftanın en çok istek alan şarkısı diyerek patlattı. Bir de dedi ki "ne varsa eskilerde var".

Aramızda küçümsense de Journey, 2008'in, en çok satan 8. turne grubuymuş. Bu albüm de aradan geçen yıllara ve değişen solistlere rağmen platinyum satmayı başarmış Kuzey Amerika'da. Valla helal olsun. Ne kadar sıradan, bilindik, tahmin edilebilir olsa da, insanın içini titretebiliyor, kalbini hızlandırabiliyor.

Sonra dedim ki içimden, böyle şarkıların kıymetini bilecek, ne kadar geyik olursa olsun 40 Haramiler'e alacak kaç insan kaldı radyomda? Sorun radyoda değil de işte, dönemde galiba. Ne bileyim...

Salı, Şubat 24, 2009

Fenercell!!

haha

Şuraya Fenerbahçe ya da futbolla ilgili en ufak bir şey yazacağım aklıma gelmezdi, ama kader işte :))

Gittiğim ilk reklam setinin sonuçları yayınlanmaya başladı, bugün gördük televizyonda. İşte böyle bir şey olmuş. Çekilenin, yapılanın 100'de 1'i olduğunu ve toplamda 2 saniye kullanılan yandan geniş maç çekimi için, 1.5 saat harcadıklarını da not olarak ekleyeyim. aah ah bu reklamcılar...

Pazartesi, Şubat 23, 2009

Çevirenleriniz Bol Olsun

İstanbul delirmiş. Gecenin 3 buçuğunda Taksim'den, hepsi içip eğlenmiş insanlarla birlikte dönerken 2 çevirmeden geçtik. Biri Şükrü Saracoğlu'nun orada, diğeri de sahil yolunda Çiftehavuzlar'a doğru. Küçük aralarla olması ayrı bir konu tabii ama en bombası 2. çevirmede sarı dolmuşumuzu da bir kenara çekip, içerdeki herkesin kimliklerini toplamaları oldu.

Yeni bir oyuncak bulmuş polis, herkesin TC kimlik numaralarını telefonlarından bir sayfaya giriyorlar, sonra heralde aranıyor mu vs. onu görüyorlar. Neyseki henüz bir vakam çıkmadı ama bir yanlışlık olsa, çıksa, adam orda beni alıkoymak istese, gece gece o saatte ne bok yerim, hiç bilemiyorum.

Bu arada istisnasız, gece 2'den sonra eve dönmeye çalşıtığım her anda çevirmeye girdim ama öncesinde bir şey olmadı. Belki de belli bir saatten sonra çıkıyorlar ya da ben şanslıyım! Yani neymiş, İstanbul'da alkollü araba kullanmak ya ... ister ya da ara yolları çok iyi bilmek. Ben getiririm arabayı, eve yakın bulduğu ilk park yerine de koyarım abicim. Gerisine karışmam :)

Perşembe, Şubat 19, 2009

İstanbul'da Metro

Canım bu İstanbullular henüz Metro adabını edinememiş. Sarı çizgiyi geçmeden duramıyorlar, ama bizim Ankara'daki zihniyetle değil. Bilinçsiz olarak, bilmediklerinden geçiyorlar. breh breh Kendimi acaip üstün hissettim :))

Pazar, Şubat 15, 2009

"Q" Sırası

İstanbul'da olmanın artılarından faydalanayım diyerek, uyumaktan ve dolanmaktan arta kalan zamanımı, 8. !F İstanbul FF'ne ayırdım. Dün 1, bugün 2 film izledim.

The Burning Plain
, çok oturaklı yazılmış, harika oynanmış ve bir araya getirilmiş, güzel kurgulanmış akıllı bir dramdı. Meksikalıların yükselen sinemasına güzel bir örnek. Charlize Theron'sa sadece yüzüne makyaj yapıldığı için Oscar kazanmadığını kanıtlar gibi parlıyordu.

Sonra, The Pleasure Of Being Robbed, bağımsız filmler dünyasının çok konuşulanlarından biri olduğu için dikkatimi çekti. Ama pek de değmezmiş. Birkaç arkadaşın, dijital bir kamerayla, çok düşük bütçeyle çektikleri, minnacık bir filmdi. Kötü denemez belki ama, kopardığı tantanaya da değmeyeceği kesin.

Ve son olarak, The Infinite Playlist Of Nick and Norah. Juno'nun açtığı yoldan, akabinde biraz daha para kazanır mıyız gazıyla çekilmiş, sıradan ve uydurma bir gençlik filmi. Bazı izleyenler çok eğlendi, sonunda kendilerine güzel filozofik sonuçlar çıkardı, güzel epey fazla anı olduğunu da yalanlamasam da, 90 dakikaya değmeyecek, Juno'daki hamilelik-annelik-yaşlı adam/genç kız gerginliğinden arındırılmış, çok sıradan bir gençlik aşk filmi diye özetleyebilirim. Gitmeyin.

Esas konuya gelecek olursak, ilk defa dikkatimi çekti, belki daha önce hiç denk gelmediğim için, belki de bende bir terslik olduğu için bilemiyorum ama, AFM Fitaş Beyoğlu sinemalarında aldığım bilet "Q" sırasındaydı. O ne demek abi? Öyle bir harf yok bu ülkenin alfabesinde. Bir de salonun en arkasında olunca o sıra ve arkaya doğru "O"dan sonra 2 sıranın üzerinde harfler yazmayınca, P mi önce gelirdi Q mu diye düşünmek zorunda bile kaldım. Hay anasını satıyim özentiliğimizin...

Pazartesi, Şubat 09, 2009

IWhyShy? Sahnede!

IWhyShy? çok sevdi sahneyi. 2 hafta arka arkaya çalınca, özellikle bir de ikinci hafta, Radyo kitlesi dinliyor uleeyn baskısı olmayınca üstümüzde, bir de üstüne üstlük, her çaldığımızı bilen, Yavuz Çetin'e eşlik eden, deliler gibi eğlenen bir Mantar kitlesi de olunca karşımızda, başka bir tadı oldu IF'in bence.

Dediğim gibi, çok sevdim(k) sahneyi, devam eder, arayı soğutmadan yine bir araya geliriz umarım. Fotoğrafların devamı için "buraya" buyrun.

Pazar, Şubat 08, 2009

Milk - ek!

Tam Milk demişken bir şey gördüm az önce, paylaşmadan edemiyorum. Frost/Nixon, The Reader ve Milk, en iyi film Oscar adayı olmalarına rağmen çok az seyirciyle buluşabilmiş. Öyleki, son 10 yılın, en az izlenen "En İyi Film Adayları" listesinde de ilk 10'a girivermişler.

En az izlenen, en iyi film adayıysa, "Letters From Iwo Jima". Listenin devamı için buyrun.

Milk


"California's first openly gay elected official"

Harvey Milk'in 40. doğum gününden yola koyulan bir film Milk, eğer hala duymadıysanız. Gus Van Sant'ın "Mala Noche" ile başlayan sinema kariyerinde, kenara itilmiş, görmezden gelinmeye çalışılmış ama ister kişisel, ister düşünsel, isterse toplumsal düzeyde geri savaşmış insanlar yer almaya devam ediyor filmlerinde.

Amerikalı birçok eleştirmen, sinema yazarı vs., bu filmi 2008'in en iyileri arasında göstermiş. Amerikan izleyicisinin karşısına 28 Ekim 2008'de çıkmış bu film. Kiliselerine bağlı Amerikan halkı ne demiştir bu filme, genelde nasıl bir tepki almıştır bilemiyorum ama ülkemde gösterime girer mi, girerse kimse gider mi, yoksa göz ardı etmeyi tercih mi ederler... cevapları nispeten biliyoruz. Beni direk etkilemiyorsa (ki direk etkilese de sessiziz o ayrı), rahatımı belli bir sınırdan fazla zorlamıyorsa, kapa gözlerini diyen Türk insanı, belki de gidip breh breh nasıl da vurmuşlar adamı göz göre göre diye olayın sonuna hayıflanır...

Güzel film, şahane bir oyunculuk (Sean Penn), Slumdog gibi allı pullu olmasa da, etkileyici bir kurgu. Diğer adaylar arasında En İyi Film Oscar'ını alması pek muhtemel değil heralde ama alırsa da şaşırmamalı.

Cuma, Şubat 06, 2009

Varan Bolu Dağı Tesisleri

Kısa tarihimde geçmişe doğru küçük bir yolculuk yaptım bugün, İstanbul-Ankara yolunda verdiğimiz bir molayla. Varan'ın Bolu Dağı Dinlenme Tesisleri, girişindeki tabelada da yazdığı gibi, "Hizmete Devam Etmekte"ydi. 8-9 yaşımdan itibaren İstanbul-Ankara arasında ailecek dokuduğumuz mekiğin en önemli bölümlerinden birini oluştururdu bu tesis. Bugünlerdeyse, yeni "geçit"in açılmasıyla üzerine adeta ölü toprağı serilmiş engebeli, virajlı, dar dağ yolunun hayaletlerinden biri haline gelmişti, tabela her ne kadar aksini iddia etse de.

Hep o 9 yaşındaki gözlerimle hatırlayacağım bina ve çevresi nerdeyse hiç değişmemişti. Yemeğinizi almak için girdiğiniz bölüm, tuvaletlerin yeri, masaların dizilişi... Ferahlatıcı dağ kokusu taşıyan köpüklü ayran dışında eski havası yoktu ama yemeklerin. Sanki onlar da yarım saatlik bir fark için vazgeçilen doğa güzelliğinden, arkasına bakmadan var gücüyle kaçan insanlığa gücenmişti. Belki de ben küçük yaşımda, dağ yolunun saldığı korkuyla acıkan minik miğdemi doldururken fazla büyütmüştüm bu yemekleri gözümde ama yine de hafif çaptan düşmüş olsalar da bolca peynir rendelenmiş domates çorbası ve pilav üstüne serpilmiş döner parçaları dostça birer edayla selamladılar beni. Ablamın çorbasını iştahla içişi, her tesise adım attığımızda yüreğimde yükselen acaba döner kalmış mıdır heyecanını hatırlattılar bana. Tek sıkıntı, belki diğer firmalarla yarışabilmek için düşen otobüs fiyatlarıyla birlikte darbe yiyen elit imajı korumak için belki de günlük misafir sayısı 10'da 1'ine düşen tesisin masraflarını çırakabilmek için, Varan'ın fiyatları fahiş boyutta sunmasıydı.

Yemek sonrası, alışılmış tuvalet ziyareti de, nerdeyse tamamen anılara kilitlenmek üzere terkedilen bu tesisin o eski filmlerin eski görünmesi gibi, bakımlı olsa da köhnelikten kurtulamadığını kanıtlıyordu. Binadan sıyrılıp birkaç dakikalığına da olsa kendinizi Bolu Dağı ile yalnız bırakmak istediğinizdeyse, uçsuz bucaksız dağ sıralarının ve ağaçların arasında yutulmuş küçük köy evleri yerine, devasa ve ürpertici bir otoyol ve üzerinde süzülen irili ufaklı böcekler dikkat çekiyordu artık. Suyun şorul şorul aktığı, sırf o sudan birkaç gün daha içebilmek için arabada koca koca damacanalarla dolaştığımız günlerden geriyeyse, ince bir parmak kalınlığını geçmeyen bir sızıntı ve zamanında bizim yaptığımız gibi o berrak buz gibi suya akın etmektense, telefonlarıyla beyinlerini zehirlemeye çalışan insanların tamamen ihmal ettiği, görmezden geldiği çıplak bir çeşme kalmıştı geriye.

Kaç defa daha gitsem, hep 9 yaşındaki gözlerimin gördüğü şekliyle hatırlayacağım Varan Bolu Dağı Tesisleri'ni ve Varan molalı İstanbul-Ankara seferlerinde buraya uğramaktan vazgeçmese de, soran olursa eğer, bir hatırlayan, herhalde kapanmıştır yeni geçit açıldıktan sonra diyeceğim, girişteki tabelaya inat. Gülümseyerek koştuğum bir anı olsun orası, kimse elleyemesin, yemekler de eskisi gibi değil yahu diyemesin diye...

Salı, Şubat 03, 2009

Brit Awards!

Haha, Iron Maiden myspace sayfasından böyle bir mesaj atmış, aynen buraya da yazıyorum.

"Unless you think Coldplay, Elbow, The Verve or Scouting For Girls are better than Maiden live. In which case, may we suggest seeking help..."

http://www.brits.co.uk/vote/

Brit Ödülleri'nin En İyi Canlı Performans ödülüne aday olmuş sevgili Maiden, desteklemek şarttır. Adınızı soyadınızı yazıp bir de mail adresi girerek hemen oy kullanabilirsiniz. Acaba single'ı kim kazanacak... Leona Lewis mi??

Pazartesi, Ocak 12, 2009

Bakış

Benim de böyle, her fotoğrafta aynı çıkan, bana özel bir bakışım var mı??

Çene hafif aşağı, gözler azcık yukarı doğru, hafiften de kafayı yana kaykırtmalı filan mesela...

Cumartesi, Ocak 10, 2009

The Wrestler ve Aronofsky'nin sonu...

Darren Aronofsky, sonunda "normal" bir filmle ve bu sefer bütün dünyayı sallamacayla karşımızda. Özellikle son üçte birlik bölüme kadar, mükemmel anlatılmış, şahane oynanmış, güzelce ayrıntılandırılmış harika bir deneyim. Evde, kendi kendime filmin karakterleriyle konuştuğum az olmuştur bugüne kadar...

Ancak, son bölümde, geleneksel anlatıya o kadar birebir tutunuyor ki, "anti" tarafından diyelim ya da, biraz canımı sıkmadı değil. Evet tamam, yine çok güzel, çok dokunaklı, ama sanki Hollywood'a uygun olsun denerekten kotarılmış bütün film. Senaryoyu Aronofsky'nin yazmayışından da belli aslında. Bir de insanları arkalarından takip eden kamera, sanki bir bilgisayar oyunu tadında, bir süre sonra can sıkabiliyor ve ben anlatıya belirgin bir katkısını bulamadım ne yalan söyliyeyim.

Şimdi de imdb'ye bir baktım, Aronofsky bundan sonra ne yapıyor diye, canım sıkıldı. Micky Ward'un hayatını anlatan bir boks filmi var önce 2009'da, ardındansa Robocop tekrar çevrimi!!

Pi'nin, Requiem For A Dream'in, Fountain'ın asi yönetmeni, yola gelmiş sanki. Herkesi kendilerine uyduruyorlar demekki onlar bir şekilde. Ya da yaşlanmaya başladı belki "yaratıcı" yönetmenimiz.

Canım sıkıldı bak şimdi...

Neyse konuya dönersek, The Wrestler güzel hatırlanacak kesinlikle ve Mickey Rourke başta olmak üzere birilerine Oscar da getirebilir. Ama filmin en güzel yanı, 80'lerin hair metal'iyle süslenmiş olması. Ve o kadar güzel bir sahneye o kadar güzel bir diyalog yerleştirmiş ki yazar ya da yönetmen:

"80s were the best shit ever man! Then that Cobain pussy had to come around and ruin it all!"

Hell yeah!! hahaha

Pazartesi, Ocak 05, 2009

Siz de girin...

RTE bir basın açıklaması sırasında CHP'ye laf sokacağım diye, youtube'a atıfta bulunmuş. Bir gazeteci de youtube'a girilmiyor diye hatırlatmış, bizimki de "Ben giriyorum, siz de girin" demiş.

Sağda solda gezmekten Türkiye'deki gerçekleri unuttu heralde. Bir basbakan halkıyla böyle de dalga geçmez ki...

Cuma, Ocak 02, 2009

Aday

Bu halk bu adamı bir kere daha seçerse pes doğrusu!

Her şeyi geçtim, en basitinden hadi, şehri günlerce haftalarca susuz bırakmış, sonra çıkıp bir de dalga geçmiş şu adamı, yalancı olduğu televizyonda kanıtlanmış yüzsüz adamı... pes yani...

Vallahi yine seçecekler...

ks!!!

Perşembe, Ocak 01, 2009

Issız Adam

Voilaaa!!! Sonunda gördüm Çağan Irmağımızın bu filmini de :) Popüler sinemamızın, "içi dolu" yönetmeni gibi bir izlenim var hala benim içimde, galiba genel çevreden öyle bir dolduruşa geliyorum ama sebebini de anlamıyorum bir türlü. Hayır, Ulak'ı sevmem, Babam ve Oğlum'u sevmem, e Mustafa Hakkında Her Şey'i sevmem, o zaman neden bu sempati?? Eli yüzü düzgünlüğe olan açlığımızdan olsa gerek herhalde...

Gitmeyen son 2 kişi olduğumuza inanarak salona girdik bugün İpek'le. Çantamda tuvalet kağıdı bile hazırdı foşur foşur ağlarsak diye!! ekşisözlük alıntısıyla, inanılmaz detaylarıyla koltuğuma mıhlanırım diye bekledim durdum devamlı, ama olmadı.

Sinema öğrencilerine dış sesin kötü kullanımı için örnek olarak gösterilmeli bence bu film. Ya da yönetmen adaylarına, kendi zevklerinizden bahsedecekseniz, nasıl yapmamalısınız derken bir hoca bu filme atıfta bulunabilir. Dijitalle çekseniz daha kolay olmaaa mı ehuhuehuehee diye kalırsınız yoksa öyle ortalıkta, oyuncunuzu da rezil edersiniz filan denebilir mesela. Sonraa sonra sonra, klişeler?? Evveet, klişeler...

Neyse, sonuçta birçok güzel anı da yok değildi. Ölesiye nefret etme durumu yok yani, ama koparılan kıyamete değer mi, bu filmi izledim de bir şey kazandım mı gibi soruların cevapları malum ne yazıkki. Bir tek, neden sevgilimin yüzüne bakıp bir hikaye yazamıyorum anasını satiyim, yamukluk bende mi acaba diye bir duygusuzluk, kendinden tiksinme oluştu. Yazarken ne güzel oluyor di mi, sonra çekince bir garip duruyor... tüh

Nasıl başlamıştık bu yazıya, evet, iki sevgili arası diyalog yazma dersi için çok uzaklara değil, Amerika'ya bakınız, buyrunuz Linklater abimiz ve "Before Sunrise / Before Sunset".

Çarşamba, Aralık 31, 2008

Dreaming Of You...

O zaman daa Pisek'te yaptığımız ilk şeyi görücüye çıkarma zamanıdır...

Bir cuma akşamı saat gece 9'da ortaya çıkmış bir fikir. Hafta sonu boyunca çekilmiş ve takip eden günler içinde de kurgulanmıştır.

Kamerayı kullanan ben bu işi ilk defa yaparken, bu versiyonda kurguyu yapan ben de yine ilk defa AVID kullanmışımdır. Hataları şimdiden görebilmekteyim (özellikle kurgudakileri) ancak düzeltmekle uğraşmaktansa daha güzellerini çekmeyi temenni ediyorum :D Color Correction'ınsa ne işe yaradığını yavaş yavaş uygulamaya geçirmeyi ümit ediyorum :)

Orjinal kurguyu Coleman yaptığı için hiçbir jenerik vs. koymadım sonuna ama merak edenler için,

Oyuncular:
Jeremy ....... Eirik
Maria .......... Yia-Wei

Ekip:
Yönetmen... Coleman
Senaryo....... Eirik
Hikaye......... IFS 2008 in Pisek
Görüntü Y.. Vefik
Ses............... Riccardo
Yön. Ass...... George

Teşekkürler
Jana Privetiva, Antonio Riestra ve tabii ki FAMO :))

Tam ekran yapmanızda fayda var efendim, iyi seyirler...



Coral - Dreaming Of You (by IFS in Pisek) from Vefik Karaege on Vimeo.

Güneşle aram yok...

Evde oturup film izlemeye çalışınca farkettim bunu, güneşle iyi geçinemiyoruz. Ne zaman açsam bilgisayarı, bir dvd filan koysam, ahanda diye güneş çıkıyor, tam gözümün içine doğru. Eeayh diyip kapatınca da güneş de gidiyor. İşaret mi acaba?

Salı, Aralık 30, 2008

Blindness


Bir köşeye kıvırıp atması, Hollywood tüccarlarınca da aşağılanması pek kolay bir film Blindness. Amerika'nın en itibarlı film "yorumcu"larından Roger Ebert 1.5 yıldız verip, hayatımda izlediğim en absürd filmlerden biriydi derken, vazgeçemediğimizin "kültür"ünden neden tiksindiğimin de bir kanıtını daha sunuyor aslında...

Bir başyapıt olduğunu düşünmediğimi de ekleyerek devam edeyim o zaman...

Fernando Meirelles, José Saramago'nun romanını görselleştirmek için çıkmış yola. Bütün dünya, ilk hastadan başlayarak kör olmaya başlıyor ve salgın bütün dünyaya yayılıyor. Tek bir insan hariç. İlk hastalananların kapatıldığı bir karantina bölgesinde kocasının yanında kalmayı tercih ediyor bu kadın ve daha sonra da distopya dinamikleriyle sürüp gidiyor film.

Tahmin edeceğiniz gibi filmin bütün olayları, 1 kişi hariç kimsenin göremediği de göz önüne alınırsa düşünsel bir boyutta ilerliyor. Böyle bir romanı görselleştirmek de hakikaten * ister. Meirelles ve görüntü yönetmeni bunu başarabilmiş mi? Tam not vermek zor. Parlak beyazlar, devamlı odak değiştiren çekimler, elde taşınan kameralar, tutarsız renkler vs. filmin stilini düşüncesinin önüne koyuyor kimi zamanlarda. Bu da muhtemelen filmin en büyük eksisi. Ayrıca, birçok gereksiz sahnenin var olduğunu da düşünüyorum, hikayeye bir şey katmayan yani. Görmeyen insanların yaşamlarını devam ettirme yolları vs. de ayakları yere basmama sınırını biraz aşabiliyor kimi zamanlarda...

Ancak,

Blindness, görsel olarak haddini biraz fazla zorlamış, güzel bir düşünsel yolculuk bence. Dünya üzerindeki herkesin birden kör olduğunu düşünün, şu anda değer verdiğimiz şeylerden geriye ne kalır? Para? Mücevherler? Elektrik? Kıyafetlerimiz? Silahlar? Güzellik!? Sürünen insanlarını öylesine güzel bir pislik ortasına atıyor ki yönetmen, geniş açı şehir çekimlerinden dolayı da ayrıca tebrik etmek gerekli yapım ekibini.

Ayrıca, körler diyarında görebilen tek insanın kadın oluşu hikayeye tamamen farklı bir boyut katıyor (hiçbir eleştirmen bu konuda bir görüş ortaya atmamış olsa da). Erkek iktidarının paramparça oluşu, açlıktan ölme sınırında dolaşan bir grup insanın ahlak ve gurur anlayışlarının ulaştığı nokta, korkaklıkları, güçsüz ve zavallılıkları, din adamlarının toplumsal olarak gelinen durumda, eski düzeni tekrar kurmaya çalışmaları ve tabii ki hırs, aç gözlülük, güç ihtirası vs. vs. Hepsine ve daha fazlasına ayıracak yeterince zamanı var filmin.

Gören ve affeden tek kişi olarak, kadının mesihsel bir duruşu da yok değil. Ancak neyseki bu fikir de filmin ilerleyen bölümlerinde güzelce akıldan uzaklaştırılıyor. Gerek önce kendini doyuruşu, gerek sadece yanındaki birkaç kişiyi kurtarışı ve gerek sondaki şüphesi/korkusu...

Daha iyi görselleştirilebilir miymiş Blindness, belki de. Daha bariz olmadan ve bulanık da anlatılabilirmiş belki. Ancak bu haliyle bile, birçok izleyiciyi kaçıracak, korkutacak ve sıkıntıdan boğabilecek bir film bu ve Meirelles'in Hollywoodumsal yaklaşımını da unutmamak lazım. Ancak, üzerine bir şeyler yazdırabilecek oluşu bile yeterli bence. O güçsüzlüğü, zavallılığı, acizliği ve ihaneti görmek... Meirelles'in tablo güzelliğinde sahneleri yok belki ama, filminkini olmasa bile başka bir dünyayı (ya da kurulmuş yapay düzenimizi) düşünmeye sevketmek izleyeni. 2 saat alıp götürüp sonra aynı yere koymaktan daha iyi bir fikir sanki.

Cuma, Aralık 26, 2008

Ev hali... Kanal

"Karanlıktaki Adam" misali (Hayır yanlış yazmadım, Issız Adam demek istemiyorum :D) evde oturup film izliyorum. Ne yazıkki o yoğunlukta ve entellektüel kapasitede değil tabii ki ama elimden geldiğince :)

Wajda'nın "Kanal" isimli filmini izledim mesela geçen gün. Polonyaca'nın Çekçe'ye yakın olduğunu söylerlerdi ama aradan birkaç da kelime kapınca olay iyice netleşti. Bir de dvd'nin ekler bölümünde bir röportaj vardı, çok anlamlı geldi bana.

Wajda'nın daha 2. filmi bu ve 2. Dünya Savaşı sonlarında yaşamaya çalışmış Varşova direniş hareketinin sona ermek üzere olduğu bir dönemi anlatıyor. Adından da anlaşılacağı gibi, kanallar ya da kanalizasyonlarda geçiyor büyük bölümü ve bir grup direnişçinin hikayesini parçalara bölünmüş bir yöntemle anlatıyor. Yani 3 ana karakter ya da 3 ana yol var filmde. Wajda da, yanına 2 tane genç yardımcı alıp (adına Assistant Director denen cinsten) çıkmış yola. Güzel ve anlamlı olan yanı, Wajda ben yönetmenim ben bilirim demeyip, bu 2 gençten yaratıcı fikirler istemiş devamlı ve 3 hikayeden 2'sini bu gencecik insanlara (yardımcılarına) bırakmış.

Amcayla yapılan röportaj 2003 yılından, tonton tonton "böylece onlar da bir şeyler öğrenip, ilerdeki yönetmenlik kariyerlerine güzel tecrübeler kattılar" diyor.

Az bulunur herhalde böyle yönetmen. Her şey garip bir iktidar mücadelesi içindeyken, adamın kendi gücünü paylaşması ve daha önemlisi öğretmek-eğitmek istemesi, epey az görülür herhalde...

Filmin çekil(ebil)me hikayesi de anlatmaya değer ama uzatmayayım, olağan rejimin çekilmesini istemediği filmlerden, bir şekilde kendini Cannes'da bulmuş ve Jüri Özel Ödülü'nü bir başka henüz yıldızı dünya çapında tam parlamamış yönetmenin filmiyle paylaşmış, "Yedinci Mühür"le. Ne günlermiş... Şimdi Cannes'a Scorsese filan gidiyor, peh peh...

Çarşamba, Aralık 24, 2008

Bu da benim yolculuğum...

Muzo'nun Türkiye'ye gelme hikayesinden sonra benimki biraz hafif kalıyor ama, hadi ben de anlatayım da tam olsun.

19 Aralık cuma, 07.00 - kalkılır.

Koca bavul ve bir yığın eşyayla yola 07.45'te Pisek'teki evden yola çıkılır. Erkenden varılır otobüs durağına ve güzelce 08.30 otobüsüne binilir. Saat, 10.00 civarı Prag. Ardından, 10.45 civarı Prag Havaalanı.

13.45'teki uçak için 3 saatlik bekleyiş başlar, üstüne THY 15 dakika gecikme anons eder ama 25 dakika geç kalır ve sonunda İstanbul'a yolculuk başlar.

Sonra 17.25 gibi İstanbul. 19'dadır THY Ankara uçağı ama saat 20.15'ken ancak uçaktaki yerler alınır. Bir de kalkış sırası beklenir uçaklara yetmeyen Atatürk Havalimanı'nda ve 20.25'te 1.5 saat gecikmeyle yola çıkılır. Yani bir 3 saat daha kaybolur. Yol yaklaşık 1 saat sürer. Yani, havaalanından bir araba kiralayıp, yola düşsem yaklaşık olarak yakın bir zamanda Ankara'ya ulaşabilirmişiz denir...

Türk Hava Yolları'na tekrar teşekkür edilir. Gelirken de giderken de hayal kırıklığına uğratmadığı ve her seferinde öyle ya da böyle rötarlar yaptığı için...

I Wish I Didn't Love You...


... or loved you much more.

L'eclisse'den minik bir alıntı.

Eski zamanlar borsasında geçirdiği 20 dakikaya yakın ara bölümüyle biraz dikkatimi dağıttı, yalan yok. Ama son 5 dakika...

Pisek'teki senaryo hocamız sevgili Jeremy anlatmıştı, Kubrick her filmin 3 kilit anı olduğunu söylemiş. Geçmişte izlediğiniz bir filmi düşündüğünüzde aklınıza gelen ilk sahne, onlardan biri olurmuş benzeri bir yaklaşım yani. İşte o 5 dakika, L'eclisse için kilit anlardan biri olarak kalacak bende...

Cuma, Aralık 19, 2008

First Day Of The Rest Of Your Life!

Tadında bir his içindeyim. Molko sesinin acılığında, ilk dinlediğimde olduğu gibi daha neye uğradığı bilmeyen saflıkta ve tabii ki müthiş bir coşkuyla...

Pazar, Aralık 14, 2008

Merak edene...

4-5 gündür dış dünyayla ilişkim kesilmişti. 1 aya yakın süren oyuncu arayışım sonuçsuz kalınca, bu hafta başında ölümcül soruyla karşı karşıya kaldım!! Filmi alakasız 2 oyuncuyla çekmeli miii çekmemeli mi...

Çarşamba gününe kadar bu soruyu erteleyip sonra da çekmeye karar verince de dünyam birbirine girdi doğal olarak.

Çekim mekanları, çekim senaryosu, çekimler için birçok şema hazırdı ama hala tüm olayın bütün cevaplarını bilmiyordum kafamda. Bilemedim de zaten sonradan :) Ama bir şekilde hey hay hüy diyip bu hafta sonu çektik bir şeyler. Başkalarına gösterebilecek kadar bile bir şey çıkmayabilir sonunda, bütün çekimleri izleyemedim ama, önemli tecrübeler edindim sonunda. Ufacık bir kısa film için bile olsa ve bütün ekip teknik olarak arkadaşlardan da oluşsa, küçük projelerdeki genel işleyişe dair birkaç bir şey edindiğimi söyleyebilirim sanırım.

Asla, hiçbir yapımı son dakikayı sıkıştırıp aceleye getirmemek lazımmış mesela. Özellikle kamera başındaki adamla her şey çekimlerden önce kesinleştirilmeli. Aptalca bir iktidar kavgası var çünkü bu iki insan arasında: yönetmen-görüntü yönetmeni. Bir şekilde onun dediği oluyormuş gibi yaparak, istediğim her şeyi edindim sonuçta ama, garip bir insan ilişkileri yumağı durumu söz konusuymuş onu öğrendim. Muutlaka filmin her bir karesi için ne istiyorsun onu bilmek gerekiyormuş ve de. Ben pek hazırlıklı olmadığım için, bazı bölümlere üstün körü dediğimiz yöntem hakim oldu mesela.

Doğal olarak yorulup aceleye getirme bölümü de var tabii. Hazırlanan takvime uymak gerekiyor yani. İnsanlar boşuna söylemiyor, günde 2.5 sayfadan sonrası aşar diye :) Sonlara doğru o kadar kötü aydınlatmalar yaptık ki. Görüntü yönetmeninin dahiyane fikriyle, kocaman bir ARRI'yi tavana tutup, üzerine mavi filtre geçirip, diyaframı da biraz kısınca gece oluyormuş gibi olmadı yani mesela.

Aslında bütün bunların toplamında, tamamen gönüllü bir kısa film çekimi için birinci şart, %100 gönüllü yani aklını bu işe vermiş bir ekip gerekiyormuş. Eğer ordaki insanlar, bitse de gitsek diyorsa ve bunu söylemiyor, bitirip de gidivermeye çalışıyorsa, işleri toparlamak hiç de kolay değilmiş.

ve tabi en önemlisi, o filmi çekmeyi o kadar çok istemeliymiş ki insan, karşısına çıkan bu ve benzeri 100 tane şeye göğüs gersin ve emaaaan demesin. Benim gibi yapmasın yani :)

Neyse, öğreniyoruz. Daha çok var öğreneceğimiz ama kitaplarda yazmıyor tabii ki hiçbiri. Yani yazsa da görmeden, denemeden, göt olmadan anlaşılmıyormuş. İyi oldu... Daha iyilerini yaparız inşallah ilerde :))

Perşembe, Aralık 11, 2008

Pinhani

Bunu söylemek için geç kaldığımın farkındayım ama Pinhani'nin 2. albümü Zaman Beklemez'in hastasıyım!

1. albümlerini o kadar seviyordum ki, 2. albüme alışmam belli bir süre aldı kabul, ama şimdi üflemeliler olmadan bir Pinhani düşünemiyorum. Ya da, "Ne Guzel Guldun Bana", "Sirasi Degil", "Yansin" olmadan bir Pinhani konseri...

Hey maşallah, bir döneyim Ankara'ya ilk iş bir Pinhani konseri bulacağım!

Çarşamba, Aralık 10, 2008

Çapkınlar nasıl yakalanır!!!

http://www.ntvmsnbc.com/news/468587.asp

Ntvmsnbc'de çıkan saçma haberlerin hastasıyım!! :D Neymiş efendim, görüntülü telefonlarda, uygulanacak yazılım sayesinde arka plana istenen resim konabilecekmiş, orada olmayan insanlar oradaymış gibi görünebilecekmiş karşı tarafın ekranında.

Olduu, karşı taraf da aptaldı çünkü :)

Eğer imac'lerin "efsane" programı photo booth mudur nedir ondaki gibiyse bu uygulama, süper sakil duracağı ortada. Arkaya hareket etmeyen insan fotoğrafları koyup, sevgilim, toplantıdayım baaak, diyince neler olacağınıysa bizzat görmek istiyorum :))

Ay allaaam, kesin Jobs'un fikridir bu!!! :p Programı satın almak için 50 dolar vermek gerekiyor ayrıca onu kurmak için de ek bir 50 dolar daha gerekiyordur kesin iphone'larda...

Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde...

Çok alakasız bir sözlük sayfasından gördüm de, bir gülümsedim kendi kendime. Türk siyasi tarihinin en çok kullanılan terimlerinden biri heralde :) Hiç de ihtiyacımız bitmiyor ya zaten...

Cuma, Aralık 05, 2008

Oyuncu macerası...

İşler pek yolunda gitmedi son 2 hafta içinde. Çekiyoruz ulen galiba diyerek gaza gelip, kamera-ses-produktor-asistan her seyi yoluna koydum bir oyuncular kaldi derken, bir de baktik ki oyuncu bulmak butun bu surecin en zor bolumuymus. Hele bir de orta okul/lise ogrencisi ariyorsaniz. Cek cocuklar o yaslarda pek az İngilizce konusuyor ve acaip de utangac oluyor. ve o yaslarin genel ozelligi midir bilinmez, acaip de guvenilmez oluyorlar. Gelirim diyip gelmiyorlar yani...

Neyse, geldiğimiz şu son noktada bütün ümitlerimizi burada kalacağım son hafta sonuna çevirmiş durumdayım. Elden bir şey gelmiyor. Bu haftanın da nasıl hızla aktığını anlatamam. Her günü mesai gibi geçirdik prodüktörümle :) Sabahtan bir umut birkaç yerle konuşup, sonra da fos çıkan hayaller... Her gün tekrar tekrar yok olmadı diyip, sonra dur yahu bir de şunu deneyelim diye gaza gelmeler...

Tabi işler sarpa sarmaya devam etmek zorunda olduğu için, oyuncu ararken kameramanı kaybettik, başka işi çıktı filaaaan falan...

Çarşamba, Kasım 26, 2008

Twitter'a kızdım, hasta oldum, müzik değiştirdim...

Bugün "Tuça sizi Twitter'dan izliyor" diye bir mail alınca hatırladım Twitter diye bir şeyin varlığını. Bir gireyim de şu hesabımı kapatayım dedim. Kullanıcı adımı hatırlayamadım. Sonra, neyse buldum, nerden sileceğimi öğrendim derken, tıkladım hesabımı kapat tuşuna, Twitter bana ne desin! Neymiş efendim twitter'a bir şey oluyormuş da bu özellik bir süreliğine kapatılmış. Hayvanlık, danalık, terbiyesizlik bu!

Neyse, esas konu bundan ayrı aslında. Çok az zamanım kaldığı için biraz canım sıkılıyor uydurmasyon kısa filmimin çekimlerine. Aradığım oyuncular liseli gençlik olduğu için telefonda konuşamıyoruz, mesaj atmam gerekiyor filan...

Bir de bunların üzerine hasta oldum cumartesi günü. Yani daha doğrusu hastalıkla sağlıklı olmak arasında gidip geliyorum. Savaşıyor vücudum maşallah ama o sırada olan kafama oluyor. Baş ağrılarım dinmiyor, ateşim hep belli bir seviyede dolanıyor (sanki).

Durumlar böyle olunca ben de ne yapayım, acıların müziği, blues dinlemeye başladım. Birkaç haftadır resmen ellerim kaşınıyordu zaten, şu itunes'a gireyim de biraz şarkı satın alayım diye!!! Öyle yani, aldım, devamlı mızıka çalıyormuşçasına dolaşıyorum ortalıkta :)) kıh kıh

Salı, Kasım 25, 2008

AVID kullandım!!!

Hafta sonu çekimleri beklediğimden daha az hummalı geçti. Cuma akşam 9'da oyuncumuzun satışı üzerine bütün hikayeyi (!) değiştirmek zorunda kaldık. Ertesi gün de hemen çekimlere geçmek zorunda olduğumuz için biraz sıkıştı tabii her şey. Dün kaseti bilgisayara aktardık ve senaryoyu yazacak insan da belirttiğimiz fikre sadık kalıp onu netleştirmek yerine, havalı birkaç numara yapmaya çalıştığı için, bir sürü bağlantısız parça geçti elimize. Bakalım kurgunun sonucunda nasıl bir şey çıkacak ortaya...

Dün hard-disk'e aktarma işlemlerini AVID'le yaptım. Okulun bir AVID Work Station'ı var (böyle mi deniyor bilmiyorum :D) Daha önce sadece 1 tam gün, aptal bir tutorial izlemiştim, ama basit anlamda bir şeyler yapılabiliyormuş bu kadar bilgiyle de... Bilgisayara geçirdikten sonra, kendimize kopyalamak için biraz beklemek zorunda kalınca, ben de küçük bir örnek kurgulamaya çalıştım, yani AVID kullandııım!! :D kıh kıh.


Amaan, bu Blogger video şeyi, 16:9 gösteremedi, uğraşamayacağım şimdi, ama anladınız siz normalde nasıl göründüğünü :D

Bu sahne bir barmışçasına geçiyor. 10 saniyelik bir bölüm kurguladım sadece ve nasıl bir şeye benziyor merak edenlere diyerek koyuyorum buraya. Mekanımız aslında bizim mutfağımız. Mutfağın normal hali de şöyle :) Işığın ve kameranın mucizesi işte...

Cuma, Kasım 21, 2008

Yeni oyuncak...

:))

Çek Cumhuriyeti'ne geldiğimden beri hayallerimi süsleyen olay sonunda gerçekleşti :) Görüntü Yönetmeni hocamız, pek takdir ettiğimiz Mr. Riestra, okuldaki koordinatörümüzü ikna ederek, bize güzel bir JVC kamera kopardı. Onunla birlikte, kasetler, mikrofon, boom, kablolar, filtreler vs. yani bir çekim için gereken önemli elemanları da toparladı. Işıklarımız yok belki ama, onlar için de evdeki bir takım kaynakları kullanıp bir şeyler yapmaya çalışacağız.

2 ayın sonunda ilk defa kamerayı elliyor olmak güzel bir duygu, ne çekeceğimize dair henüz net bir fikrimiz olmasa da :) İşte yeni oyuncak bulmuş bir çocuk olarak ilk fotoğraflarım :D Bakalım çektiğimiz şey sonunda birilerine göstermeye değer bir hale dönüşecek mi...

Salı, Kasım 18, 2008

RTE CERN'DE!

Büyük harfler pek yakıştı bu başlığa.

www.ntvmsnbc.com.tr'den alınmıştır aşağıda gördüğünüz fotoğraf (Kimin çektiği yazmıyor kusuruma bakmayın, AA diyelim). Çekenin eline sağlık :) İronik bir Türkiye anını daha ölümsüzleştirmiş...


Haberin devamı için, http://www.ntvmsnbc.com.tr/news/466220.asp

Cumartesi, Kasım 15, 2008

Yazarken dinlenen grubun/albümün, yazılan şeye etkisi

EST mi, Alter Bridge mi?

Kimbilir hangisi daha iyi fikirdi...

Çeklerin tren ağı

Çek Cumhuriyeti içinde aklınıza gelen nerdeyse her yere trenle gidebilirsiniz. Bazen birkaç aktarma birden yapmanız gerekebiliyor, ya da trenler çok eski olduğu için pek konforlu değil ama kesinlikle tahammül edilebilir ve kesinlikle tercih ediliyor...

Bizim tren ağımızla karşılaştırmak isteyenler için, şöyle bir haritalarını koysam yeterli olur sanırım...

Cuma, Kasım 14, 2008

Howard TV

Şöyle diyelim ki bir şekilde, Howard Stern TV izledim. AC/DC'yle ilgili bir şeyler bakınıyordum ve Angus'la Brian'ın konuk olduğu bir programa denk geldim. Daha önce bir Stern talk-show'u dinlememiş olduğu için utanmalı mıyım bilmiyorum ama adamı ilk görüşümdü bu ve programdan,

tiksindim...

Amerika'nın en pahalı radyo insanı olması ya da tarihin en önemli radyocuları arasında olması, programın rezalet olması gerçeğini değiştirmiyor ne yazıkki. O yardımcısı zenci kadının araya girmeye çalışıp beceremeyip nohaha diye kahkalar atışı, herkesin üst üste manyak gibi konuşması, Stern'ün konuklarını tokatlayan hızla konuları değiştirmesi, sansürsüz olacağız diye durup dururken günde kaç kere zitişiyorsun diye aptal sorular sorması... Bu zekice ya da dinamik filan değil, bariz boktan programcılık. Çok ünlü olduğu için kimse bir şey diyemiyor olabilir, fanatikleri filan da olabilir ama, benim izlediğim kadarıyla rezalet bir program sunuyor...

Bu neyi değiştirir, bundan size ne ya da ben niye yaziyorum buraya hiçbir fikrim yok :D

Çarşamba, Kasım 12, 2008

Winamp'in shuffle'ı

Hiç sevmem shuffle denen şeyi, bugün o kadar güzel dizdi ki şarkıları anlatamam. Ne zaman bir şarkı düşünsem, sıradaki şarkı o oldu, o derece...

Vallahi ellemiyorum :) itunes'un shuffle'ına 5 basar!! ;) hahahaha

Ne demişler, yalan dünyaya geldim diye, unuttum sanma düşleri de... :D Seviyoruz "gecegece"yi. Hadi aklıma gelmişken bir kez daha:

http://www.myspace.com/gecegece

Salı, Kasım 11, 2008

Krep, mısır...

İnsanın ne özleyeceği belli olmuyor ama pazar sabahlarımın alışkanlığı haline gelmiş krep olmadan yaşamayacağım belliydi :)

Aldığım tarifler doğrultusunda eksiltili olarak yani kabartma tozunu unutarak krep yaptım bugün hiç de fena olmadı. Hemen tarifini yazayım kısaca,

1 yumurta, 2 çorba kaşığı zeytin yağı, 1 bardak un, 1 bardak süt ve 1 çay kaşığı kabartma tozu...

Bu kadar basit, güzelce çırpılacak, sonra önceden kızdırılmış tavada pişirilecek.

ve ayrıca geçen gün Tesco'da dondurulmuş mısır buldum. Koçanıyla, tam mısır yani. Aaa diyip aldım, az önce de onu yedim ve inanılmazdı! Dondurulmuş ürünlerden hep nefret etmişimdir ama bu mısır, böyle yumuşacık ve bal gibi tatlıydı. Bizim mısırlar gibi, bittikten sonra koçanını fışp fuşp diye emecek kadar güzel değildi tabii ki ama yine de fena değildi...

ve dün 2. kestane denemem de fiyaskoyla sonuçlandı. Nasıl bir insan kestane pişirmeyi beceremez demeyin. Suda biraz çok bekletmişim galiba, fırında da biraz uzun süre unutunca bir açtım kapağı... Tostun arasından akan kaşarlar gibi, kestanelerin kenarlarına açtığım minik yarıklardan kestaneler akmış :D hihi yapış yapış rezil bir şey oldu, yarısını bile yiyemeden atmak zorunda kaldım bunları da...

Neyse, böyle yani işte Çek Cumhuriyeti'nde yemek durumları. Yazmamak için, oyalanıyorum da (yazarak!).

Pazar, Kasım 09, 2008

Evet, Mustafa

Şu dönemde Türkiye'de olamayışımdan ve Mustafa'yı izleyememekten o kadar muzdaribim ki anlatamam.

Babamın forward'ladığı mailden, okuduğum haberlere kadar, Can Dündar'ın -muhtemelen kendisi için kötü sonuçlanacak- bir olay yarattığı kesin.

Aslında tersi bir durum beklenemezdi. Büyütülüşümüz, ilk okuldan itibaren elimize tutuşturulan tarih kitapları vs. Beklenen ve bugune kadar 30 defa tekrarlanmış bir bakış açısından en ufak bir sapma bile, tepkiyle karşılaşmak zorunda...

Tekrar söyliyeyim, filmi izlemedim, bir yorumum yok bu konuda ancak bu denli Atatürkçü görünüp deliren insanlar, Can Dündar'ı dava edenler, mailler döşeyen, yazılar yazanlar, RTE esas Atatürkçü benim dediğinde, Atatürk'ün aşağılandığını düşünmüyor mu? Atatürk aşağılanıyor diye internet sayfaları kapanırken çağdaş medeniyetler seviyesine öyle gelinemeyeceğini kim söyleyecek birilerine? 1 tane bile (Sinan Çetin'in yamrusu hariç) film akademisi olmayan ülkemde, bir gazeteciden başka kimse gösterime girebilecek belgesel çekemezken, neden kimse "neden" diye sorgulamıyor?

Gece gece Pisek


Geceleri ve gündüz erken saatlerde bir sis bastırıyor Pisek'e. Çok daha anlamlı bir şehre dönüşüyor bu şekilde sanki...

Çarşamba, Kasım 05, 2008

Apple nefretim

Apple'dan nefret ettiğimi söylemiş miydim?

Bugun, Mac Book'unu alalı ilk yılı dolmadan pili bozuk çıkan (fişe takılı olmadan çalışmayan) 2. insanla karşılaştım. Egecim biraz hırçınlaşıp 2 günde çözmüştü olayı ama Avrupa'da işler öyle yürümüyordur eminim.

Ayrıca bir program ekleyeyim kaldırayım derken, Apple'ın Bonjour ve Mobile Device Support isimli programlarıyla karşılaştım. Hiç kullanmadığım, kurulum sırasında isteyip istemediğim sorulmayan programlar. Uninstall ettim ama kötü anılarım canlandı hemen.

Yaklaşık 1 ay önce, gerizekalı Bonjour'u Uninstall etmeme rağmen, sürekli çalışan bir dll dosyasını silemediğim için, registry'ye girmiş, ismi geçen bütün her şeyleri silmiştim. Sonra da bir daha açılmamıştı bilgisayarım :D Ben de malım kabul ediyorum ama, niye arkadaşım! Niye ben istemediğim halde yüklüyorsun o programları? Almayacağım baska icakcuk, niye çalışıyorsun arkada? Niye gapless playback diye kastırıyorsun beni?

Ayrıca niye başka bilgisayarlarda çalışmayacak codec'ler üretip, bunları video editleme programlarının standardı yapıyorsun?

Hepsinin cevabını biliyorum tabii ki. Microsoft'tan da nefret ediyorum. Sadece rengine şekline kanan sevgili insancıkların da gerçekleri kabullenip, Mac'lerinden en az benim kadar nefret etmesini istiyorum :D

aaa ve o açılış sesi. nııııı ıyyygh

ve tabii ipod'umun kapanmadigini soylemis miydim? Yani, kapatmak icin basili tutuyorum o play tusuna ve kapanmasi gereken saniye geldiginde, en ustteki baslik bolumu degisiyor sadece. 7. denememde de kapaniyor.

Bu sayfayı da pek sevdim:
http://www.brokenmacbook.com/

Cumartesi, Kasım 01, 2008

Queen + Paul Rodgers October 31, 2008 O2 Arena Prague Set-List

Here's the setlist for the tonight's show at the O2 arena in Prague. They seem to change it a little with every concert.

Hammer To Fall
Tie Your Mother Down
Fat Bottomed Girls
Another One Bites The Dust
I Want It All
I Want To Break Free
C-Lebrity
Surf's Up... School's Out
Seagull (Bad Company) - acoustic Rodgers
Love Of My Life - acoustic May
39 - acoustic May and the band
Upright bass solo
Drum solo (This part is amazing!!!)
I'm In Love With My Car
It's A Kind Of Magic (with extended guitar solo)
Say It's Not True
Bad Company
We Believe
Guitar solo
Bijou (feat. Freddie's vocals)
Radio Ga Ga (With Metropolis film on the background)
Crazy Little Thing Called Love
Show Must Go On
Bohemian Rhapsody (feat. Freddie's vocals)
------
Cosmos Rockin'
All Right Now
We Will Rock You
We Are The Champions
God Save The Queen

---------------------------

Overall the show was great but Paul Rodgers had some bad moments. May and Taylor were amazing. More to coome about the show, in Turkish :)

Pazartesi, Ekim 27, 2008

21.yy'da Turkiyem

Gelismis ulkeler seviyesine yukselmeyi kendine hedef koymus Turkiye, asagidaki ulkelerle benzer internet yasagi politikasi izliyor. (ntvmsnbc.com'dan alinti)

Video kaldırılana kadar yasak koyan ülkeler:
Brezilya
Fas
Tayland
Pakistan

Otomatik engelleme uygulaması koyan ülkeler:
Çin
İran
Ermenistan
Tunus
Endenozya
Suriye
Suudi Arabistan


www.sansuresansur.org


Çarşamba, Ekim 22, 2008

Morrissey dinleme durumu

Morrissey ya da Smiths dinleyince icimi sahane bir huzunle karisik, garip bir huzur kapliyor. Please let me get what I want this time dedigi zaman aklima direk Manchester dvd'sindeki bir sahne geliyor mesela. Tam cumleyi ya da durumu hatirlamiyorum ama, insanlarin sevgisi karsisinda mahcup oluyor resmen, layik degilim ben buna dercesine bakiyor ve beni neden bu kadar cok seviyorsunuz anlamiyorum ama tesekkur ederim gibicesine bir sey soyluyor...

Muzisyen dedigin boyle olmali degil mi? Tamamen parcalanmis, benden farkli olmali :D Hazretleriyle gec tanismama da uzulmuyor degilim o ayri, Nejat abimin sozunu dinlemem gerekirmis zamaninda :)

Salı, Ekim 21, 2008

Ders calisirken Radyo ODTÜ :)

Ders calisirken radyomu dinliyorum buralardan. Tam bir Smiths albumu satin almistim itunes'dan (!) onu dinleyecektim ki, kapatamaz oldum yine radyoyu. Masallah tu tu tu :)

Ne guzel sey ogrenci olmak...

Hakancim sagolsun biraz da kaliteli dinledigim icin... kih kih

Pazartesi, Ekim 20, 2008

Steinway-Haus!


Viyana'da boyle bir sey gorduk :) Dayanamadim fotografini cektirttim Coleman'a. Hic bu kadar ust seviye bir dukkanin onunden gecmemistim hayatimda :D Bak dukkan kelimesi bile bir igreti durdu yaninda.

Perşembe, Ekim 16, 2008

AC/DC Avrupa Turnesi - 2

Tabii ki unuttum biletleri, ve yarim gun kadar geciktim kontrol etmekte. Prague O2 Arena'daki biletler de hemen tukendi... :/

Sansimizi bir de Budapeste'de deneyelim bakalim. Sayfasi acilmiyor ama...

Cekce anlamaya basliyorum :)

Bugun Tesco yerine kucuk bir markete gittik, bir bakkala daha dogrusu. Kola almistik, fiyati yazmiyordu tabii uzerinde. Kadin bize bakti ve kolanin fiyatini soyledi ve 35para oldugunu anladim!!!

haha

yeebaaaaa!!!

Emin olmak icin tekrar sordum tabi ama olsun :) Jak se mates? disinda anladigim ikinci sey oluyor bu :D

Çarşamba, Ekim 15, 2008

Turkish Delight!! :)

Bir suredir cantamda bekletiyordum lokumlari, dogru zamanin gelmesi ve dogru insanlara ulasmasi icin. Bugun dedim ki bir acip tadina bakayim, bozulmus muu, insanlara taahhut ettigim kadar guzel mii...

ve..

1777'den beri bu isi yaptigini soyleyen Haci Bekir, harbiden inanilmazmis... Buyuk bir lokum fanatigi degilimdir ama, 1 taneyle asla birakilmayan bir meret malum. Butun kutuyu yemeden hizlica cantama geri koydum.

Bu arada, kutudaki butun "orient'in favori yiyecegi" tiplemeli sozlerden ve lokum kapagindaki boyamadan konum geregi rahatsiz olmadim degil. Oldum. Ama, guzel yapmis adamlar, goz yumdum :)

Salı, Ekim 14, 2008

Pisek Ogrenci Filmleri Festivali 2008

Vefizoo blogunun bir Pisek portalina donusmesinden korkmuyor degilim, ancak festival festival dedim devamli ve bu trailer'i gorunce youtube'da cok sevindim.

Yok youtube'umuz diyorsaniz, www.vtunnel.com sayfasina girip, su linki oraya kopyalayip actirtabilirsiniz:

http://www.youtube.com/watch?v=UOswW_Dg4Ws

AC/DC Avrupa Turnesi

Her ne kadar bu adamcagizlar, olmeden onceki son albumlerini yapmislar hissine kapilsam, ve muhtemelen yazin Istanbul'da olacaklarini kanimda bilsem de, sanirim Prag konserleri icin bilet almaya calisacagim.

Satisa cikan butun Avrupa konserlerinin biletleri tukenmis durumda. Prag biletleriyse 2 gun sonra satisa cikiyor. Mmmm heyecanli yaris baslasin...

Pazartesi, Ekim 13, 2008

Market macerasi...

Hafta sonunun darbesinden sonra okul da toparlanamamis olacak ki, bugunumuz de bos. Aksama bir Cekce dersimiz var sadece, efsane olanindan.

Biz de tam evden ciktiktan sonra ogrendik durumu, dedik madem, bir Tesco turu yapalim. Markette bir de ne bulayim!! Yogurt!! Emin olamadim once, kenarda ustu acilmis bir tane duruyordu, bir kokladim baya yogurt gibi :) Bu arada, kucucuk bir paket bizdeki gibi kovayla satilmiyor yani ve sanirim pek pahali. Ayrica bakindim bakindim, en ucuzundan da bir zeytin paketi aldim. 20 tane filan var galiba icinde :))

Annemin gozleri dolsun, portakal ve armut da aldim kendime, aksamlari soyup yiyeyim bari, insan ozluyormus bir sure sonra :D

Bu arada enteresan bir sey farkettim. Marketin park yerinde cok fazla engellilere ayrilmis bolum var. Bizim CEPA'da mesela, koca yerde sadece 2 tane var galiba. Bunlarinsa, her sirasinda 5 tane var. Bu bizim hayvanligimizdan midir, yoksa Ceklerin acili gecmisinin yakin zamanda olmasindan dolayi cok fazla savas gazisi sahibi olduklarindan midir bilmiyorum.

ve ayrica, bir donem daha kalacak olursam burada, kesin eve bir kopek aliyoruz ya da cocuk evlat edinecegiz :D

Pisek'te alkolsuz ilk gunum...

Evet, o gun bugunmus. 3 haftanin sonunda ulastim bu onura :)

Cok ictigimden degil bu arada, sudan daha ucuz oldugu icin, hic olmadi yemekle birlikte bira iciliyor mecburen.