Çarşamba, Aralık 31, 2008

Dreaming Of You...

O zaman daa Pisek'te yaptığımız ilk şeyi görücüye çıkarma zamanıdır...

Bir cuma akşamı saat gece 9'da ortaya çıkmış bir fikir. Hafta sonu boyunca çekilmiş ve takip eden günler içinde de kurgulanmıştır.

Kamerayı kullanan ben bu işi ilk defa yaparken, bu versiyonda kurguyu yapan ben de yine ilk defa AVID kullanmışımdır. Hataları şimdiden görebilmekteyim (özellikle kurgudakileri) ancak düzeltmekle uğraşmaktansa daha güzellerini çekmeyi temenni ediyorum :D Color Correction'ınsa ne işe yaradığını yavaş yavaş uygulamaya geçirmeyi ümit ediyorum :)

Orjinal kurguyu Coleman yaptığı için hiçbir jenerik vs. koymadım sonuna ama merak edenler için,

Oyuncular:
Jeremy ....... Eirik
Maria .......... Yia-Wei

Ekip:
Yönetmen... Coleman
Senaryo....... Eirik
Hikaye......... IFS 2008 in Pisek
Görüntü Y.. Vefik
Ses............... Riccardo
Yön. Ass...... George

Teşekkürler
Jana Privetiva, Antonio Riestra ve tabii ki FAMO :))

Tam ekran yapmanızda fayda var efendim, iyi seyirler...



Coral - Dreaming Of You (by IFS in Pisek) from Vefik Karaege on Vimeo.

Güneşle aram yok...

Evde oturup film izlemeye çalışınca farkettim bunu, güneşle iyi geçinemiyoruz. Ne zaman açsam bilgisayarı, bir dvd filan koysam, ahanda diye güneş çıkıyor, tam gözümün içine doğru. Eeayh diyip kapatınca da güneş de gidiyor. İşaret mi acaba?

Salı, Aralık 30, 2008

Blindness


Bir köşeye kıvırıp atması, Hollywood tüccarlarınca da aşağılanması pek kolay bir film Blindness. Amerika'nın en itibarlı film "yorumcu"larından Roger Ebert 1.5 yıldız verip, hayatımda izlediğim en absürd filmlerden biriydi derken, vazgeçemediğimizin "kültür"ünden neden tiksindiğimin de bir kanıtını daha sunuyor aslında...

Bir başyapıt olduğunu düşünmediğimi de ekleyerek devam edeyim o zaman...

Fernando Meirelles, José Saramago'nun romanını görselleştirmek için çıkmış yola. Bütün dünya, ilk hastadan başlayarak kör olmaya başlıyor ve salgın bütün dünyaya yayılıyor. Tek bir insan hariç. İlk hastalananların kapatıldığı bir karantina bölgesinde kocasının yanında kalmayı tercih ediyor bu kadın ve daha sonra da distopya dinamikleriyle sürüp gidiyor film.

Tahmin edeceğiniz gibi filmin bütün olayları, 1 kişi hariç kimsenin göremediği de göz önüne alınırsa düşünsel bir boyutta ilerliyor. Böyle bir romanı görselleştirmek de hakikaten * ister. Meirelles ve görüntü yönetmeni bunu başarabilmiş mi? Tam not vermek zor. Parlak beyazlar, devamlı odak değiştiren çekimler, elde taşınan kameralar, tutarsız renkler vs. filmin stilini düşüncesinin önüne koyuyor kimi zamanlarda. Bu da muhtemelen filmin en büyük eksisi. Ayrıca, birçok gereksiz sahnenin var olduğunu da düşünüyorum, hikayeye bir şey katmayan yani. Görmeyen insanların yaşamlarını devam ettirme yolları vs. de ayakları yere basmama sınırını biraz aşabiliyor kimi zamanlarda...

Ancak,

Blindness, görsel olarak haddini biraz fazla zorlamış, güzel bir düşünsel yolculuk bence. Dünya üzerindeki herkesin birden kör olduğunu düşünün, şu anda değer verdiğimiz şeylerden geriye ne kalır? Para? Mücevherler? Elektrik? Kıyafetlerimiz? Silahlar? Güzellik!? Sürünen insanlarını öylesine güzel bir pislik ortasına atıyor ki yönetmen, geniş açı şehir çekimlerinden dolayı da ayrıca tebrik etmek gerekli yapım ekibini.

Ayrıca, körler diyarında görebilen tek insanın kadın oluşu hikayeye tamamen farklı bir boyut katıyor (hiçbir eleştirmen bu konuda bir görüş ortaya atmamış olsa da). Erkek iktidarının paramparça oluşu, açlıktan ölme sınırında dolaşan bir grup insanın ahlak ve gurur anlayışlarının ulaştığı nokta, korkaklıkları, güçsüz ve zavallılıkları, din adamlarının toplumsal olarak gelinen durumda, eski düzeni tekrar kurmaya çalışmaları ve tabii ki hırs, aç gözlülük, güç ihtirası vs. vs. Hepsine ve daha fazlasına ayıracak yeterince zamanı var filmin.

Gören ve affeden tek kişi olarak, kadının mesihsel bir duruşu da yok değil. Ancak neyseki bu fikir de filmin ilerleyen bölümlerinde güzelce akıldan uzaklaştırılıyor. Gerek önce kendini doyuruşu, gerek sadece yanındaki birkaç kişiyi kurtarışı ve gerek sondaki şüphesi/korkusu...

Daha iyi görselleştirilebilir miymiş Blindness, belki de. Daha bariz olmadan ve bulanık da anlatılabilirmiş belki. Ancak bu haliyle bile, birçok izleyiciyi kaçıracak, korkutacak ve sıkıntıdan boğabilecek bir film bu ve Meirelles'in Hollywoodumsal yaklaşımını da unutmamak lazım. Ancak, üzerine bir şeyler yazdırabilecek oluşu bile yeterli bence. O güçsüzlüğü, zavallılığı, acizliği ve ihaneti görmek... Meirelles'in tablo güzelliğinde sahneleri yok belki ama, filminkini olmasa bile başka bir dünyayı (ya da kurulmuş yapay düzenimizi) düşünmeye sevketmek izleyeni. 2 saat alıp götürüp sonra aynı yere koymaktan daha iyi bir fikir sanki.

Cuma, Aralık 26, 2008

Ev hali... Kanal

"Karanlıktaki Adam" misali (Hayır yanlış yazmadım, Issız Adam demek istemiyorum :D) evde oturup film izliyorum. Ne yazıkki o yoğunlukta ve entellektüel kapasitede değil tabii ki ama elimden geldiğince :)

Wajda'nın "Kanal" isimli filmini izledim mesela geçen gün. Polonyaca'nın Çekçe'ye yakın olduğunu söylerlerdi ama aradan birkaç da kelime kapınca olay iyice netleşti. Bir de dvd'nin ekler bölümünde bir röportaj vardı, çok anlamlı geldi bana.

Wajda'nın daha 2. filmi bu ve 2. Dünya Savaşı sonlarında yaşamaya çalışmış Varşova direniş hareketinin sona ermek üzere olduğu bir dönemi anlatıyor. Adından da anlaşılacağı gibi, kanallar ya da kanalizasyonlarda geçiyor büyük bölümü ve bir grup direnişçinin hikayesini parçalara bölünmüş bir yöntemle anlatıyor. Yani 3 ana karakter ya da 3 ana yol var filmde. Wajda da, yanına 2 tane genç yardımcı alıp (adına Assistant Director denen cinsten) çıkmış yola. Güzel ve anlamlı olan yanı, Wajda ben yönetmenim ben bilirim demeyip, bu 2 gençten yaratıcı fikirler istemiş devamlı ve 3 hikayeden 2'sini bu gencecik insanlara (yardımcılarına) bırakmış.

Amcayla yapılan röportaj 2003 yılından, tonton tonton "böylece onlar da bir şeyler öğrenip, ilerdeki yönetmenlik kariyerlerine güzel tecrübeler kattılar" diyor.

Az bulunur herhalde böyle yönetmen. Her şey garip bir iktidar mücadelesi içindeyken, adamın kendi gücünü paylaşması ve daha önemlisi öğretmek-eğitmek istemesi, epey az görülür herhalde...

Filmin çekil(ebil)me hikayesi de anlatmaya değer ama uzatmayayım, olağan rejimin çekilmesini istemediği filmlerden, bir şekilde kendini Cannes'da bulmuş ve Jüri Özel Ödülü'nü bir başka henüz yıldızı dünya çapında tam parlamamış yönetmenin filmiyle paylaşmış, "Yedinci Mühür"le. Ne günlermiş... Şimdi Cannes'a Scorsese filan gidiyor, peh peh...

Çarşamba, Aralık 24, 2008

Bu da benim yolculuğum...

Muzo'nun Türkiye'ye gelme hikayesinden sonra benimki biraz hafif kalıyor ama, hadi ben de anlatayım da tam olsun.

19 Aralık cuma, 07.00 - kalkılır.

Koca bavul ve bir yığın eşyayla yola 07.45'te Pisek'teki evden yola çıkılır. Erkenden varılır otobüs durağına ve güzelce 08.30 otobüsüne binilir. Saat, 10.00 civarı Prag. Ardından, 10.45 civarı Prag Havaalanı.

13.45'teki uçak için 3 saatlik bekleyiş başlar, üstüne THY 15 dakika gecikme anons eder ama 25 dakika geç kalır ve sonunda İstanbul'a yolculuk başlar.

Sonra 17.25 gibi İstanbul. 19'dadır THY Ankara uçağı ama saat 20.15'ken ancak uçaktaki yerler alınır. Bir de kalkış sırası beklenir uçaklara yetmeyen Atatürk Havalimanı'nda ve 20.25'te 1.5 saat gecikmeyle yola çıkılır. Yani bir 3 saat daha kaybolur. Yol yaklaşık 1 saat sürer. Yani, havaalanından bir araba kiralayıp, yola düşsem yaklaşık olarak yakın bir zamanda Ankara'ya ulaşabilirmişiz denir...

Türk Hava Yolları'na tekrar teşekkür edilir. Gelirken de giderken de hayal kırıklığına uğratmadığı ve her seferinde öyle ya da böyle rötarlar yaptığı için...

I Wish I Didn't Love You...


... or loved you much more.

L'eclisse'den minik bir alıntı.

Eski zamanlar borsasında geçirdiği 20 dakikaya yakın ara bölümüyle biraz dikkatimi dağıttı, yalan yok. Ama son 5 dakika...

Pisek'teki senaryo hocamız sevgili Jeremy anlatmıştı, Kubrick her filmin 3 kilit anı olduğunu söylemiş. Geçmişte izlediğiniz bir filmi düşündüğünüzde aklınıza gelen ilk sahne, onlardan biri olurmuş benzeri bir yaklaşım yani. İşte o 5 dakika, L'eclisse için kilit anlardan biri olarak kalacak bende...

Cuma, Aralık 19, 2008

First Day Of The Rest Of Your Life!

Tadında bir his içindeyim. Molko sesinin acılığında, ilk dinlediğimde olduğu gibi daha neye uğradığı bilmeyen saflıkta ve tabii ki müthiş bir coşkuyla...

Pazar, Aralık 14, 2008

Merak edene...

4-5 gündür dış dünyayla ilişkim kesilmişti. 1 aya yakın süren oyuncu arayışım sonuçsuz kalınca, bu hafta başında ölümcül soruyla karşı karşıya kaldım!! Filmi alakasız 2 oyuncuyla çekmeli miii çekmemeli mi...

Çarşamba gününe kadar bu soruyu erteleyip sonra da çekmeye karar verince de dünyam birbirine girdi doğal olarak.

Çekim mekanları, çekim senaryosu, çekimler için birçok şema hazırdı ama hala tüm olayın bütün cevaplarını bilmiyordum kafamda. Bilemedim de zaten sonradan :) Ama bir şekilde hey hay hüy diyip bu hafta sonu çektik bir şeyler. Başkalarına gösterebilecek kadar bile bir şey çıkmayabilir sonunda, bütün çekimleri izleyemedim ama, önemli tecrübeler edindim sonunda. Ufacık bir kısa film için bile olsa ve bütün ekip teknik olarak arkadaşlardan da oluşsa, küçük projelerdeki genel işleyişe dair birkaç bir şey edindiğimi söyleyebilirim sanırım.

Asla, hiçbir yapımı son dakikayı sıkıştırıp aceleye getirmemek lazımmış mesela. Özellikle kamera başındaki adamla her şey çekimlerden önce kesinleştirilmeli. Aptalca bir iktidar kavgası var çünkü bu iki insan arasında: yönetmen-görüntü yönetmeni. Bir şekilde onun dediği oluyormuş gibi yaparak, istediğim her şeyi edindim sonuçta ama, garip bir insan ilişkileri yumağı durumu söz konusuymuş onu öğrendim. Muutlaka filmin her bir karesi için ne istiyorsun onu bilmek gerekiyormuş ve de. Ben pek hazırlıklı olmadığım için, bazı bölümlere üstün körü dediğimiz yöntem hakim oldu mesela.

Doğal olarak yorulup aceleye getirme bölümü de var tabii. Hazırlanan takvime uymak gerekiyor yani. İnsanlar boşuna söylemiyor, günde 2.5 sayfadan sonrası aşar diye :) Sonlara doğru o kadar kötü aydınlatmalar yaptık ki. Görüntü yönetmeninin dahiyane fikriyle, kocaman bir ARRI'yi tavana tutup, üzerine mavi filtre geçirip, diyaframı da biraz kısınca gece oluyormuş gibi olmadı yani mesela.

Aslında bütün bunların toplamında, tamamen gönüllü bir kısa film çekimi için birinci şart, %100 gönüllü yani aklını bu işe vermiş bir ekip gerekiyormuş. Eğer ordaki insanlar, bitse de gitsek diyorsa ve bunu söylemiyor, bitirip de gidivermeye çalışıyorsa, işleri toparlamak hiç de kolay değilmiş.

ve tabi en önemlisi, o filmi çekmeyi o kadar çok istemeliymiş ki insan, karşısına çıkan bu ve benzeri 100 tane şeye göğüs gersin ve emaaaan demesin. Benim gibi yapmasın yani :)

Neyse, öğreniyoruz. Daha çok var öğreneceğimiz ama kitaplarda yazmıyor tabii ki hiçbiri. Yani yazsa da görmeden, denemeden, göt olmadan anlaşılmıyormuş. İyi oldu... Daha iyilerini yaparız inşallah ilerde :))

Perşembe, Aralık 11, 2008

Pinhani

Bunu söylemek için geç kaldığımın farkındayım ama Pinhani'nin 2. albümü Zaman Beklemez'in hastasıyım!

1. albümlerini o kadar seviyordum ki, 2. albüme alışmam belli bir süre aldı kabul, ama şimdi üflemeliler olmadan bir Pinhani düşünemiyorum. Ya da, "Ne Guzel Guldun Bana", "Sirasi Degil", "Yansin" olmadan bir Pinhani konseri...

Hey maşallah, bir döneyim Ankara'ya ilk iş bir Pinhani konseri bulacağım!

Çarşamba, Aralık 10, 2008

Çapkınlar nasıl yakalanır!!!

http://www.ntvmsnbc.com/news/468587.asp

Ntvmsnbc'de çıkan saçma haberlerin hastasıyım!! :D Neymiş efendim, görüntülü telefonlarda, uygulanacak yazılım sayesinde arka plana istenen resim konabilecekmiş, orada olmayan insanlar oradaymış gibi görünebilecekmiş karşı tarafın ekranında.

Olduu, karşı taraf da aptaldı çünkü :)

Eğer imac'lerin "efsane" programı photo booth mudur nedir ondaki gibiyse bu uygulama, süper sakil duracağı ortada. Arkaya hareket etmeyen insan fotoğrafları koyup, sevgilim, toplantıdayım baaak, diyince neler olacağınıysa bizzat görmek istiyorum :))

Ay allaaam, kesin Jobs'un fikridir bu!!! :p Programı satın almak için 50 dolar vermek gerekiyor ayrıca onu kurmak için de ek bir 50 dolar daha gerekiyordur kesin iphone'larda...

Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde...

Çok alakasız bir sözlük sayfasından gördüm de, bir gülümsedim kendi kendime. Türk siyasi tarihinin en çok kullanılan terimlerinden biri heralde :) Hiç de ihtiyacımız bitmiyor ya zaten...

Cuma, Aralık 05, 2008

Oyuncu macerası...

İşler pek yolunda gitmedi son 2 hafta içinde. Çekiyoruz ulen galiba diyerek gaza gelip, kamera-ses-produktor-asistan her seyi yoluna koydum bir oyuncular kaldi derken, bir de baktik ki oyuncu bulmak butun bu surecin en zor bolumuymus. Hele bir de orta okul/lise ogrencisi ariyorsaniz. Cek cocuklar o yaslarda pek az İngilizce konusuyor ve acaip de utangac oluyor. ve o yaslarin genel ozelligi midir bilinmez, acaip de guvenilmez oluyorlar. Gelirim diyip gelmiyorlar yani...

Neyse, geldiğimiz şu son noktada bütün ümitlerimizi burada kalacağım son hafta sonuna çevirmiş durumdayım. Elden bir şey gelmiyor. Bu haftanın da nasıl hızla aktığını anlatamam. Her günü mesai gibi geçirdik prodüktörümle :) Sabahtan bir umut birkaç yerle konuşup, sonra da fos çıkan hayaller... Her gün tekrar tekrar yok olmadı diyip, sonra dur yahu bir de şunu deneyelim diye gaza gelmeler...

Tabi işler sarpa sarmaya devam etmek zorunda olduğu için, oyuncu ararken kameramanı kaybettik, başka işi çıktı filaaaan falan...