Cumartesi, Şubat 28, 2009

Where Did I Lose Your Love?

Bir Journey şarkısı. 2008 tarihli Revelation albümünün de bilmem kaçıncı single'ı. Radyoda dinlerken böyle bir içim şey olmuştu, bu şarkı için bir şeyler söylemek isterim ulan diye düşünmüştüm ki, Hisseli İstek'te Alicim haftanın en çok istek alan şarkısı diyerek patlattı. Bir de dedi ki "ne varsa eskilerde var".

Aramızda küçümsense de Journey, 2008'in, en çok satan 8. turne grubuymuş. Bu albüm de aradan geçen yıllara ve değişen solistlere rağmen platinyum satmayı başarmış Kuzey Amerika'da. Valla helal olsun. Ne kadar sıradan, bilindik, tahmin edilebilir olsa da, insanın içini titretebiliyor, kalbini hızlandırabiliyor.

Sonra dedim ki içimden, böyle şarkıların kıymetini bilecek, ne kadar geyik olursa olsun 40 Haramiler'e alacak kaç insan kaldı radyomda? Sorun radyoda değil de işte, dönemde galiba. Ne bileyim...

Salı, Şubat 24, 2009

Fenercell!!

haha

Şuraya Fenerbahçe ya da futbolla ilgili en ufak bir şey yazacağım aklıma gelmezdi, ama kader işte :))

Gittiğim ilk reklam setinin sonuçları yayınlanmaya başladı, bugün gördük televizyonda. İşte böyle bir şey olmuş. Çekilenin, yapılanın 100'de 1'i olduğunu ve toplamda 2 saniye kullanılan yandan geniş maç çekimi için, 1.5 saat harcadıklarını da not olarak ekleyeyim. aah ah bu reklamcılar...

Pazartesi, Şubat 23, 2009

Çevirenleriniz Bol Olsun

İstanbul delirmiş. Gecenin 3 buçuğunda Taksim'den, hepsi içip eğlenmiş insanlarla birlikte dönerken 2 çevirmeden geçtik. Biri Şükrü Saracoğlu'nun orada, diğeri de sahil yolunda Çiftehavuzlar'a doğru. Küçük aralarla olması ayrı bir konu tabii ama en bombası 2. çevirmede sarı dolmuşumuzu da bir kenara çekip, içerdeki herkesin kimliklerini toplamaları oldu.

Yeni bir oyuncak bulmuş polis, herkesin TC kimlik numaralarını telefonlarından bir sayfaya giriyorlar, sonra heralde aranıyor mu vs. onu görüyorlar. Neyseki henüz bir vakam çıkmadı ama bir yanlışlık olsa, çıksa, adam orda beni alıkoymak istese, gece gece o saatte ne bok yerim, hiç bilemiyorum.

Bu arada istisnasız, gece 2'den sonra eve dönmeye çalşıtığım her anda çevirmeye girdim ama öncesinde bir şey olmadı. Belki de belli bir saatten sonra çıkıyorlar ya da ben şanslıyım! Yani neymiş, İstanbul'da alkollü araba kullanmak ya ... ister ya da ara yolları çok iyi bilmek. Ben getiririm arabayı, eve yakın bulduğu ilk park yerine de koyarım abicim. Gerisine karışmam :)

Perşembe, Şubat 19, 2009

İstanbul'da Metro

Canım bu İstanbullular henüz Metro adabını edinememiş. Sarı çizgiyi geçmeden duramıyorlar, ama bizim Ankara'daki zihniyetle değil. Bilinçsiz olarak, bilmediklerinden geçiyorlar. breh breh Kendimi acaip üstün hissettim :))

Pazar, Şubat 15, 2009

"Q" Sırası

İstanbul'da olmanın artılarından faydalanayım diyerek, uyumaktan ve dolanmaktan arta kalan zamanımı, 8. !F İstanbul FF'ne ayırdım. Dün 1, bugün 2 film izledim.

The Burning Plain
, çok oturaklı yazılmış, harika oynanmış ve bir araya getirilmiş, güzel kurgulanmış akıllı bir dramdı. Meksikalıların yükselen sinemasına güzel bir örnek. Charlize Theron'sa sadece yüzüne makyaj yapıldığı için Oscar kazanmadığını kanıtlar gibi parlıyordu.

Sonra, The Pleasure Of Being Robbed, bağımsız filmler dünyasının çok konuşulanlarından biri olduğu için dikkatimi çekti. Ama pek de değmezmiş. Birkaç arkadaşın, dijital bir kamerayla, çok düşük bütçeyle çektikleri, minnacık bir filmdi. Kötü denemez belki ama, kopardığı tantanaya da değmeyeceği kesin.

Ve son olarak, The Infinite Playlist Of Nick and Norah. Juno'nun açtığı yoldan, akabinde biraz daha para kazanır mıyız gazıyla çekilmiş, sıradan ve uydurma bir gençlik filmi. Bazı izleyenler çok eğlendi, sonunda kendilerine güzel filozofik sonuçlar çıkardı, güzel epey fazla anı olduğunu da yalanlamasam da, 90 dakikaya değmeyecek, Juno'daki hamilelik-annelik-yaşlı adam/genç kız gerginliğinden arındırılmış, çok sıradan bir gençlik aşk filmi diye özetleyebilirim. Gitmeyin.

Esas konuya gelecek olursak, ilk defa dikkatimi çekti, belki daha önce hiç denk gelmediğim için, belki de bende bir terslik olduğu için bilemiyorum ama, AFM Fitaş Beyoğlu sinemalarında aldığım bilet "Q" sırasındaydı. O ne demek abi? Öyle bir harf yok bu ülkenin alfabesinde. Bir de salonun en arkasında olunca o sıra ve arkaya doğru "O"dan sonra 2 sıranın üzerinde harfler yazmayınca, P mi önce gelirdi Q mu diye düşünmek zorunda bile kaldım. Hay anasını satıyim özentiliğimizin...

Pazartesi, Şubat 09, 2009

IWhyShy? Sahnede!

IWhyShy? çok sevdi sahneyi. 2 hafta arka arkaya çalınca, özellikle bir de ikinci hafta, Radyo kitlesi dinliyor uleeyn baskısı olmayınca üstümüzde, bir de üstüne üstlük, her çaldığımızı bilen, Yavuz Çetin'e eşlik eden, deliler gibi eğlenen bir Mantar kitlesi de olunca karşımızda, başka bir tadı oldu IF'in bence.

Dediğim gibi, çok sevdim(k) sahneyi, devam eder, arayı soğutmadan yine bir araya geliriz umarım. Fotoğrafların devamı için "buraya" buyrun.

Pazar, Şubat 08, 2009

Milk - ek!

Tam Milk demişken bir şey gördüm az önce, paylaşmadan edemiyorum. Frost/Nixon, The Reader ve Milk, en iyi film Oscar adayı olmalarına rağmen çok az seyirciyle buluşabilmiş. Öyleki, son 10 yılın, en az izlenen "En İyi Film Adayları" listesinde de ilk 10'a girivermişler.

En az izlenen, en iyi film adayıysa, "Letters From Iwo Jima". Listenin devamı için buyrun.

Milk


"California's first openly gay elected official"

Harvey Milk'in 40. doğum gününden yola koyulan bir film Milk, eğer hala duymadıysanız. Gus Van Sant'ın "Mala Noche" ile başlayan sinema kariyerinde, kenara itilmiş, görmezden gelinmeye çalışılmış ama ister kişisel, ister düşünsel, isterse toplumsal düzeyde geri savaşmış insanlar yer almaya devam ediyor filmlerinde.

Amerikalı birçok eleştirmen, sinema yazarı vs., bu filmi 2008'in en iyileri arasında göstermiş. Amerikan izleyicisinin karşısına 28 Ekim 2008'de çıkmış bu film. Kiliselerine bağlı Amerikan halkı ne demiştir bu filme, genelde nasıl bir tepki almıştır bilemiyorum ama ülkemde gösterime girer mi, girerse kimse gider mi, yoksa göz ardı etmeyi tercih mi ederler... cevapları nispeten biliyoruz. Beni direk etkilemiyorsa (ki direk etkilese de sessiziz o ayrı), rahatımı belli bir sınırdan fazla zorlamıyorsa, kapa gözlerini diyen Türk insanı, belki de gidip breh breh nasıl da vurmuşlar adamı göz göre göre diye olayın sonuna hayıflanır...

Güzel film, şahane bir oyunculuk (Sean Penn), Slumdog gibi allı pullu olmasa da, etkileyici bir kurgu. Diğer adaylar arasında En İyi Film Oscar'ını alması pek muhtemel değil heralde ama alırsa da şaşırmamalı.

Cuma, Şubat 06, 2009

Varan Bolu Dağı Tesisleri

Kısa tarihimde geçmişe doğru küçük bir yolculuk yaptım bugün, İstanbul-Ankara yolunda verdiğimiz bir molayla. Varan'ın Bolu Dağı Dinlenme Tesisleri, girişindeki tabelada da yazdığı gibi, "Hizmete Devam Etmekte"ydi. 8-9 yaşımdan itibaren İstanbul-Ankara arasında ailecek dokuduğumuz mekiğin en önemli bölümlerinden birini oluştururdu bu tesis. Bugünlerdeyse, yeni "geçit"in açılmasıyla üzerine adeta ölü toprağı serilmiş engebeli, virajlı, dar dağ yolunun hayaletlerinden biri haline gelmişti, tabela her ne kadar aksini iddia etse de.

Hep o 9 yaşındaki gözlerimle hatırlayacağım bina ve çevresi nerdeyse hiç değişmemişti. Yemeğinizi almak için girdiğiniz bölüm, tuvaletlerin yeri, masaların dizilişi... Ferahlatıcı dağ kokusu taşıyan köpüklü ayran dışında eski havası yoktu ama yemeklerin. Sanki onlar da yarım saatlik bir fark için vazgeçilen doğa güzelliğinden, arkasına bakmadan var gücüyle kaçan insanlığa gücenmişti. Belki de ben küçük yaşımda, dağ yolunun saldığı korkuyla acıkan minik miğdemi doldururken fazla büyütmüştüm bu yemekleri gözümde ama yine de hafif çaptan düşmüş olsalar da bolca peynir rendelenmiş domates çorbası ve pilav üstüne serpilmiş döner parçaları dostça birer edayla selamladılar beni. Ablamın çorbasını iştahla içişi, her tesise adım attığımızda yüreğimde yükselen acaba döner kalmış mıdır heyecanını hatırlattılar bana. Tek sıkıntı, belki diğer firmalarla yarışabilmek için düşen otobüs fiyatlarıyla birlikte darbe yiyen elit imajı korumak için belki de günlük misafir sayısı 10'da 1'ine düşen tesisin masraflarını çırakabilmek için, Varan'ın fiyatları fahiş boyutta sunmasıydı.

Yemek sonrası, alışılmış tuvalet ziyareti de, nerdeyse tamamen anılara kilitlenmek üzere terkedilen bu tesisin o eski filmlerin eski görünmesi gibi, bakımlı olsa da köhnelikten kurtulamadığını kanıtlıyordu. Binadan sıyrılıp birkaç dakikalığına da olsa kendinizi Bolu Dağı ile yalnız bırakmak istediğinizdeyse, uçsuz bucaksız dağ sıralarının ve ağaçların arasında yutulmuş küçük köy evleri yerine, devasa ve ürpertici bir otoyol ve üzerinde süzülen irili ufaklı böcekler dikkat çekiyordu artık. Suyun şorul şorul aktığı, sırf o sudan birkaç gün daha içebilmek için arabada koca koca damacanalarla dolaştığımız günlerden geriyeyse, ince bir parmak kalınlığını geçmeyen bir sızıntı ve zamanında bizim yaptığımız gibi o berrak buz gibi suya akın etmektense, telefonlarıyla beyinlerini zehirlemeye çalışan insanların tamamen ihmal ettiği, görmezden geldiği çıplak bir çeşme kalmıştı geriye.

Kaç defa daha gitsem, hep 9 yaşındaki gözlerimin gördüğü şekliyle hatırlayacağım Varan Bolu Dağı Tesisleri'ni ve Varan molalı İstanbul-Ankara seferlerinde buraya uğramaktan vazgeçmese de, soran olursa eğer, bir hatırlayan, herhalde kapanmıştır yeni geçit açıldıktan sonra diyeceğim, girişteki tabelaya inat. Gülümseyerek koştuğum bir anı olsun orası, kimse elleyemesin, yemekler de eskisi gibi değil yahu diyemesin diye...

Salı, Şubat 03, 2009

Brit Awards!

Haha, Iron Maiden myspace sayfasından böyle bir mesaj atmış, aynen buraya da yazıyorum.

"Unless you think Coldplay, Elbow, The Verve or Scouting For Girls are better than Maiden live. In which case, may we suggest seeking help..."

http://www.brits.co.uk/vote/

Brit Ödülleri'nin En İyi Canlı Performans ödülüne aday olmuş sevgili Maiden, desteklemek şarttır. Adınızı soyadınızı yazıp bir de mail adresi girerek hemen oy kullanabilirsiniz. Acaba single'ı kim kazanacak... Leona Lewis mi??